16 Mart 2010 Salı

Mustafa Kemal ATATÜRK (1881 - 1938)

Mustafa Kemal Atatürk (1881 - 1938)

Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.

Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı.

19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmaybaşkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı. 1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi. Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı.

Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi. 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu.

Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir. Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı.

1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.

Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu.

Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı. Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.

Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır: Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı. Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921) I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921) II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921) Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921) Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922) Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.

23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 13 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu.

Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı. Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz: 1. Siyasal Devrimler: Saltanatın Kaldırılması (1Kasım 1922) Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923) Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924) 2. Toplumsal Devrimler: Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934) Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925) Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925) Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934) Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934) Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü(1925-1931)

3. Hukuk Devrimi : Mecellenin kaldırılması (1924-1937) Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937) 4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler: Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924) Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928) Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932) Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933) Güzel sanatlarda yenilikler 5. Ekonomi Alanında Devrimler: Aşârın kaldırılması Çiftçinin özendirilmesi Örnek çiftliklerin kurulması Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.

Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti. Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.

15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu. Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı.

Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı. 1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu.

Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu. 10 Kasım 1938 saat 9.05'te yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgâhı olan Ankara Etnografya Müzesi'nde toprağa verildi. Anıtkabir yapıldıktan sonra nâşı görkemli bir törenle 10 Kasım 1953 günü ebedi istirahatgâhına gömüldü.
[ Devamı ... ]

15 Mart 2010 Pazartesi

Kim Kimdir ?

[ Devamı ... ]

Asya Nedir ?

Asya, Avrupanın doğusunda, Büyük Okyanus'un batısında, Okyanusya'nın kuzeyinde ve Arktik Okyanus'un güneyinde bulunan kıta. Tarihçi Heredot tarafından bu grekçe terim ilk kez bugünkü Salihli Ovası, sonraları da Gediz Havzası'nı nitelemek için kullanılmıştır. Sardes'in zenginliklerini anlatırken bu kenti asya'nın başkenti olarak betimlemiştir. Zamanla asya terimi önce Anadolu yarımadası sonraları ise Çin'e ve Moğolistan'a kadar (Marko Polo'nun keşifleriyle) olan toprakların tamamı için kullanıldı.

Eski Dünya kara kütlesinin bir parçası olan Asya 44 391 163 km²'lik yüz ölçümü ile dünyanın en büyük kıtasıdır. Aynı zamanda 1 010 m'lik ortalama yükseltisiyle de dünyanın en yüksek kıtasıdır. Asya bu yükseltisini; dünyanın en yüksek zirvelerini bünyesinde barındıran Himalaya Dağları'na borçludur.

Asya, kuzey-güney doğrultusunda 8 490 km genişliğindedir. Kıtanın en kuzeyinde, Rusya'da Çelyuskin Burnu (77° 42' 55" K paraleli) yer alırken, en güneyinde, Malakka Yarımadasındaki Buru Burnu (1° 14' 17" K paraleli) bulunur. Adaları esas aldığımız taktirde, Severneya Zemlya adası (81° 16' 23" K paraleli) ile Endonezya'ya bağlı Rudi Adaları (11° 00' 19" G paraleli) arasında 10 245 km'dir.

Kıta doğu batı doğrultusunda; Türkiye'nin de en batı ucu olan Gökçeada'nın İncirburnu (25° 38' 59" D meridyeni) ile Çukçi Yarımadasında Dejnev Burnu (169° 40' 17" D meridyeni) arasında 8 200 km'dir.

Kıtanın özel konumu ise; Asya, kuzeyden Kuzey Buz Denizi ile sınırlıdır. Kuzey doğuda, Amerika'dan sığ bir deniz olan 100 km genişliğindeki Bering Boğazı vasıtası ile ayrılmaktadır.

Kıta doğuda Büyük Okyanus ile sınırlanır. Ancak kıyı açıklarında okyanus tabanından yükselen kuzey-güney doğrultulu dağların su üzerine çıkan kısımlarını oluşturan ada ve takım ada girlandları yer almaktadır. Burada; Aleut, Japon, Bonin ve Marian derin deniz çukurluklarından geçen ve "Andezit Hattı" adı verilen bir çizginin batısındaki bölge ile orada yer alan ada ve takım ada girlantları Asya anakarasına aittir.

Kıtanın güneydoğu sınırı biraz karışık olmakla birlikte Sunda Adaları ile Arafura Denizi arasından geçen hat sınır olarak kabul edile bilir. Kıtayı güneyden Hint Okyanusu sınırlandırmaktadır.

Asya'nın batı sınırı ise oldukça tartışmalı bir meseledir. Bu konuda birçok araştırıcı farklı görüşler ileri sürse de, en doğru kabul edilen sınır; Ural Dağları, Ural Nehri, Maniç Oluğu, Karadeniz, Boğazlar, Ege Denizi, Akdeniz, Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz üzerinden çekilecek bir hattır. Bu hattın doğusunda kalan Anadolu ve Kafkaslar Asya'dan sayılırken Trakya Avrupa'ya dahil edilmektedir.

Dünya üzerinde bulunan çeşitli en büyükler Asya'da toplanmıştır. Asya; kıtaların en genişi (44 391 163 km²) ve ortalama yükseltisi en fazla olanı ( 1 010 m)'dır. Ayrıca dünyanın en yüksek tepesi (Everest tepesi, 8 848 m), en büyük gölü (Hazar Gölü veya Denizi), en derin gölü (Baykal Gölü), dünyanın deniz seviyesinden en alçak yeri (Lut Gölü, göl yüzeyi -392 m), ve dünyanın en alçak havzası (Turfan Havzası -154 m) Asya kıtasında bulunmaktadır.

Asya; 3.5 milyarı aşan nüfusu ile dünyanın en kalabalık kıtasıdır. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin (1 284 303 705 kişi, 2002 tahmini) bu kıtada yer almaktadır. Asya dinlerinin de doğduğu kıtadır. Semavi dinler arasında İslamiyet, Hıristiyanlık ve Musevilik dinlerinin her üçü de Ortadoğu'da ortaya çıkmıştır. Yine geniş kitlelere hitap eden Budizm ve Hinduizm de Asya menşeli dinlerdir. Asya aynı zamanda medeniyetler beşiğidir. Türk, Fars, Arap, Çin ve Hint medeniyetleri bu kıtada binlerce yıldır varlıklarını devam ettirmektedirler. Kıtada 100'ün üzerinde dil konuşulmaktadır. Kıtanın doğusunda sarı, güney kısmındaki adalarda siyah geri kalan kısımlarında ise beyaz ırktan insanlar yaşamaktadırlar.
[ Devamı ... ]

Himalaya Dağları

Himalaya Dağları, dünyanın en büyük ve en yüksek sıradağlarıdır. Asya'nın orta güney kısmında, doğu batı doğrultusunda uzanır. Dünyanın en yüksek zirvesi Everest'i (8850 m.) içine alır. Everest Tepesi, Nepal ile Tibet (Çin) sınırında yer alır. Everest tepesi Nepal'in sınırları içersindedir. Himalayalar, levha tektoniği kuramına göre, iki kıtasal levhanın yani Hindistan levhası ve Asya levhasının çarpışması sonucu oluşmuştur ve bu oluşum halen devam etmektedir.

Pakistan, Hindistan, Çin, Nepal ve Butan' dan geçen 2400 km uzunluğundaki Himalaya dağ zincirinin buzulları, Asya' nın 9 büyük nehrini besliyor. 1,3 milyar insan, bu su yollarına bağımlı olarak yaşıyor. Verilere göre ise Himalayalarda sıcaklıklar, son 30 yıl içinde on yılda bir 0,6 ile 0,15 derece artmakta ve sıcaklıkların artmaya devam etmesi halinde 50 yıla kadar buzul ve karların tamamen erimesi bekleniyor.
[ Devamı ... ]

Everest Dağı

Everest, (Tibetçe: Çomolungma, Nepali: Çonnolugma Sagramata), dünyanın en yüksek dağı. Himalayalar’da, yaklaşık 28 derece kuzey enlemi ile 87 derece doğu boylamında, Çin–Nepal sınırı üzerinde yer alır. Çıplak Güneydoğu, Kuzeydoğu ve Batı sırtları en yüksek noktalara Everest (8.850 m) ile Güney doruğunda (8.748 m) ulaşır. Everest Dağı Kuzeydoğudaki Tibet Platosundan (yaklaşık 5.000 m) tam olarak görülebilir. Eteklerinden yükselen Çangtse, Khumbutse, Nuptse ve Lhotse gibi doruklar Nepal’den görülmesine engel olur.


Oluşumu:

Büyük Himalayalar’ın oluşumu, Miyosen Bölümde (yaklaşık 26-27 milyon yıl önce) Hindistan Yarımadasıyla Tibet Yaylalarının birbirine yaklaşmasının yol açtığı, jeolojik tortul havzalardaki sıkışmayla başladı. Bunu izleyen evrelerde Katmandu ve Khumbu napları (kırık ve devrik yamaç kıvrımları), sıkışıp yukarı doğru çıkarak birbirlerinin üzerine kıvrıldılar ve ilkel bir dağ sırası oluşturdular. Kuzeydeki arazi kütlesinin toptan yükselmesi, bölgenin yüksekliğini arttırdı. Napların yeniden kıvrılmasıyla bölgenin tümü yeni bir tabakayla örtüldü ve Pleyistosen Bölümün (yaklaşık 2,5 milyon yıl önce) Mahabarat Evresinde Everest Dağı ortaya çıktı. Karbonifer Dönemin (yaklaşık 345-280 milyon yıl önce) sonu ile Permiyen Dönemin (280-225 milyon yıl önce) başından kalan ve başka yarı-kristalleşmiş tortullarla ayrılmış olan kireçtaşı katmanları, senklinal katmanlaşma yoluyla biçimlendi. Günümüzde de süren bu biçimlenmenin yol açtığı sürekli yükselme aşınımla dengelenmektedir.


İklimi:

Everest Dağı troposferin üçte ikisini geçerek oksijenin az olduğu üst katmanlara ulaşır. Oksijen eksikliği, hızı saatte 100 km ye varan sert rüzgarlar ve zaman zaman -70 dereceye kadar düşen aşırı soğuklar yukarı yamaçlarda herhangi bir hayvan ya da bitkinin yaşamasına olanak vermez. Yaz musonları sırasında yağan kar rüzgarla ufalanarak yığılır. Bu kar yığıntıları buharlaşma çizgisinin üzerinde olduğundan genellikle buzulları besleyen büyük buzkar çanakları oluşmaz. Bu nedenle Everest’in buzulları yalnızca sık sık düşen çığlarla beslenir. Ana sırtlarla birbirinden ayrılan dağ yamaçlarındaki buz katmanları dağın eteklerine kadar bütün yamacı kaplamakla birlikte, zaman içinde iklimin değişmesiyle ağır ağır çekilmektedir. Kış aylarında kuzey batıdan gelen güçlü rüzgarlar karları süpürerek doruğun daha çıplak bir görünüm kazanmasına yol açar.


Buzullar:

Everest Dağındaki başlıca buzullar Kangşang Buzulu (doğu), Doğu ve Batı Rongbuk Buzulları (kuzey ve kuzeybatı), Pumori Buzulu (kuzeybatı), Khumbu Buzulu (batı ve güney) ve Everest ile Lhotse-Nuptse sırtı arasında kapalı bir buz vadisi olan Batı Buzyalağıdır.


Akarsular:

Dağdan çıkan sular birbirinden ayrılan kollarla güneybatı, kuzey ve doğu yönünde akar. Khumbu Buzulu eriyerek Nepal’de Lobucya Khola Irmağı'na karışır. İmca Khola adını alarak güneye doğru akan bu ırmak Dudh Kosi Irmağıyla birleşir. Çin’deki Rong Çu Irmağı Everest’in yamaçlarında Pumori ve Rongbuk buzullarından Karma Çu Irmağı ile Kangsang Buzullarından doğar.


Tırmanma girişimleri:

Everest'e tırmanma girişimleri 1920'de Tibet yolunun açılmasıyla başladı. İlk olarak Kraliyet Coğrafya Derneği ile dağcılık Kulübü Birleşik Himalaya Komitesinin desteklediği bir ekip 1953’te doruğa ulaştı. 29 Mayıs 1953 günü Yeni Zelandalı Edmund Hillary ve Nepalli Tenzing Norgay, Güneydoğu sırtına tırmanarak Güney doruğundan geçip doruğa vardılar. Dağcılar bu tırmanış sırasında açık ve kapalı devre oksijen sistemleri, özel olarak yalıtılmış ayakkabı ve giysiler ile elde taşınır telsiz aygıtları kullandılar. Bu tarihten sonra çeşitli ülkelerin desteklediği çok sayıda dağcı ekibi doruğa ulaşmayı başardı.


Türk dağcılar:

Eylem Elif Maviş 2006'da Everest'e tırmanan ilk Türk kadın oldu.[1] Aynı tırmanış, Türklerden oluşan bir ekibin ilk Everest zirve çıkışıydı.[2] Ekibin hedeflerinden olan ilk Türk oksijensiz tırmanışını[3] ekip lideri Serhan Poçan gerçekleştirmeyi denemekle birlikte, zirveye oksijenle çıkacaktır. 2007 yılında Fenerbahçe Spor Kulübü'nün 100. kuruluş yılı etkinlikleri kapsamında Tunç Fındık ve Mustafa Kalaycı beraber zirve yaptılar.
[ Devamı ... ]

Okyanus Nedir ?

Okyanuslar kıtaları birbirinden ayıran engin, açık denizlerdir1. Yeryüzünün yaklaşık üçte ikisini (%70) kaplarlar ve bu alanın yaklaşık yarısında su seviyesi 3000 metrenin üzerindedir.

Okyanus kelimesi Yunanca "nehir" anlamına gelen "Okeanos"'dan gelmektedir, Yunanlılar Cebelitarık Boğazı'ndan gelen güçlü akıntıyı fark etmişler ve bunun bir nehir olduğunu düşünmüşlerdir.

Dört milyar yıl önce Dünya yüzeyi suyun sıvı olarak kalmasına olanak tanımayacak kadar sıcaktı. Su,uzayda yok olmak üzere volkanik gazdaki buhar olarak püskürürdü. Yaklaşık 3.85 milyar yıl önce dünya soğuyarak içinde buharında yer aldığı bir volkanik gaz atmosferi oluşturdu. Daha sonra su yoğunlaşmaya başladı ve okyanuslar oluştu. Okyanusların oluşmasından bu yana yağmur toprağa düşmekte ve kayalardaki tuzu denizlere taşımaktadır. Bu nedenle deniz suyu tuzludur. Ortalama olarak okyanus ağırlığının %2.9'unu tuz oluşturur.

Denize baktığımız, tekneyle açıldığımız veya yüzdüğümüz zaman suyun bir yüzeyi olduğunu biliriz. Ancak; okyanusların ortalama derinliği 5.000 metre civarındadır ve en derin okyanus çukuru 11.000 metreye ulaşır. Everest Tepesi, bu dip derinlikten daha kısadır (2000 metreden daha fazla). Okyanusun üst birkaç metresi, tropikal bölgelerde 26 santigrat derece sıcaklığında olabilir. Isıyı, gün boyunca güneş ışığından alır ve geceleri atmosferi ısıtırlar. Okyanusun bu katmanı, atmosferin tamamından daha fazla ısı içerir. Büyük Okyanus Dünya'nın en büyük okyanusudur.
[ Devamı ... ]

Deniz Nedir ?

Deniz, bir okyanus ile bağı olan ve büyük bir alanı kaplayan ve genellikle tuzlu olan su birikintisidir. Terim genellikle okyanus terimi yerine de kullanılır.

Denizler Dünya yüzeyinin % 71'ini kaplamaktadır. Yeryüzünde kapladıkları 1,338 milyar km³ hacimle dünya üzerindeki su varlığının % 96,5'ini oluşturmaktadırlar. Ancak, deniz suyu ortalama % 3,5 oranında tuz içerdiğinden, halen oldukça pahalı olan arıtma yöntemleri uygulanmadan içme suyu olarak kullanılamamaktadır.

Denizler üzerinden gerçekleştirilen ticaret, hava yoluyla taşımacılığın gittikçe gelişmesine karşın, öneminden pek bir şey yitirmemiştir. Dünya ticaretinde aktarılan malların % 92'si, yılda 5,7 milyar ton, deniz yolu üzerinden taşınmaktadır.
[ Devamı ... ]

Denizcilik Nedir ?

Denizcilik, deniz ile bağlantısı olan tüm uğraşlara genel olarak verilen isim. Genelde, deniz taşıtlarında sefer yapmak, gemi işletmeciliği ve deniz sporlarına yönelik kullanılır.

Deniz ile ilgili bürokratik, ticaret ve akademik kurumlar ve kuruluşlar da bu terim ile anılırlar:
[ Devamı ... ]

Ordino Nedir ?

Ordino, Konşimentoda yazılı malların kısım kısım çekilebilmesini temin etmek üzere hazırlanan emir veya talimattır.

Bir malı yükleme veya boşaltmadan önce vapur ve nakliye acentelerinden kaptana ya da nakliyeciye hitaben bir ordino (emir mektubu) verilir. Buna "teslim emri" de denir.

Malı yükletecek veya boşaltacak olan mal sahibi bu ordino ile vapurun kaptanına ya da nakliyeciye başvurarak işlemini tamamlattırır. Mal noksansız yüklendikten sonra kaptan ordino yerine mal sahibine konşimento adlı bir belge verir.

Ordino aynı zamanda konşimentoya karşılık eşyanın çekilmesi için talimattır.
[ Devamı ... ]

Konşimento Nedir ?

Konşimento, ya da taşıma senedi (bill of loading) üzerinde yükleyici, alıcı,ihbar mercii den başlıyarak her türlü bilginin yeraldığı kıymetli evraktır.
[ Devamı ... ]

Navlun Nedir ?

Deniz ve nehir yolu ile taşınan eşya için,taşıma hizmeti karşılığında gemi şirketine ödenen ücrete navlun denir. Navlun bedeli resmi bir tarifeye veya sözleşmeye göre tahakkuk eder. Teslim şekline göre navlun satıcıya veya alıcıya ait olabilir.

Navlun peşin ödenebileceği gibi (Freight Prepaid), varış limanında da ödenebilir (Freight Payable At Destination/Freight Collect). Tüm bunlar deniz ticaretinde konşimento adı verilen sözleşmelerde düzenlenir.
[ Devamı ... ]

12 Mart 2010 Cuma

Carlos Slim (Selim) Kimdir ?

ASIL ADI SELİM

Slim’in Roman Katolik Kilisesi mensubu Lübnanlı babası Julian Slim Haddad Aglamaz (Yusuf Selim Hattat Ağlamaz) 1902 yılında Osmanlı topraklarından kaçıp Mexico City’ye yerleşmiş.

Ve 1911’de “Şark Yıldızı” anlamına gelen La Estrella Del Oriente adında bir kuru yiyecek dükkanı açmış.

Zamanla şehrin merkezinde birçok mülk satın alan Slim bir başka Lübnan’lı tüccarın kızı Linda Helu'yla evlenmiş. Çiftin 6 çocukları oldu.

Sahip oldukları altı çocuğun beşincisi olarak 1940 yılında Carlos, Mexico City’de dünyaya geldi.

Babası 1952’de öldüğünde, geriye ailesine geliştirilmeye elverişli bir servet bıraktı.

Carlos Slim Helu, 1961’de UNAM (National Autonomous Univercity of Mexico)’dan mühendis olarak mezun oldu.

Mezun olmadan önce cebir ve linear programlama öğretti, halka karşı ve özel enstitülerde konferanslar verdi.

Birleşmiş halk topluluklarında, Latin Amerika ve Karayipler için ekonomi komisyonlarında görev aldı.

Slim, 1967 yılında Lübnanlı Soumaya Domit Gemayel ile evlendi.Bu evlilikten de 6 çocuğu oldu.

Akıl hocası olarak babasının izinden giden Slim, perakendecilik ve finans işleri yaptı.

Meksika Döviz Borsası’nda başkan yardımcılığı ve Meksika Borsa Odalar Birliği’nde başkanlık yaptı.

1996-1998 yılları arasında New York Döviz Borsası Yönetim Konseyi’nde Latin Amerikan Komitesi’nin başkanlığını yürüttü. Yönetim kadrosunda yer aldığı SBC Communications’dan temmuz 2004’de Dünya Eğitim ve Geliştirme Vakfı’na daha çok zaman ayırabilmek için ayrıldı.

Nisan 2006’ya kadar Altria Grub (önceden Philip Morris)’un ve Alcatel’in yönetim kadrolarında yeraldı.

İş çevrelerinde geçirdiği 28 yıl içinde, önemli finans-endüstri devi Grupo Carso’yu inşa etti. Aynı zamanda Telefonos de Mexico, America Movil ve Grupo Financiero Inbursa’nın da yöneticisi oldu.

1990 yılında, Carlos Salinas döneminde, Meksika Devleti’den birçok yatırım grubunu devralmasıyla şimdiki büyüklüğüne ulaşmanın yollarını açtı. Bunlar içinde France Telecom ve Southwestern Bell Company’nin dahil olduğu Telmex de vardı.Yerel ve hareketli pazarlarda tekelcilik ve bunun sonucunda rekabeti ortadan kaldıran politikası nedeniyle eleştiriler aldı. Telefonla iletişim ücretlerinin de hayli artması tekelcilik eleştirilerini destekledi.Carlos Slim Helu'ye Meksikalı İş Adamları tarafından Girişimcilik Onur Madalyası verildi. Altın Tepsi ödülü’nü aldı ve Belçika Hükümeti tarafından Kumandan 2. Leopold Madalyası’na layık görüldü.

Sürekli ve asla yorulmaksızın büyüyen bu imparatorluk yeni alımlarla genişlemeye devam ederken ülke başkanları gelip geçiyor ama Slim daima yerinde duruyor. Acaba bu durum bir gün onu cumhurbaşkanlığına itecek mi? Bugünlerde en çok sorulan soru bu. Ama etrafındakiler bu soruyu gereksiz buluyor. Zira gelip geçen kabinelerdeki bakanlar zaten uzun yıllardır onun ekmeğini yiyor. Bir gün yok ki Meksikalılar onun kasasına (telefon, tütün, plak sanayi, restoranlar, sigorta, inşaat, petrol...) para bırakmadan geçsin. Kısacası, Meksika’da her yerde Slim’in adı var.

Yakın çevresi ondan bahsederken, “O, tırmanmaya başladığından bu yana asla durmadı” diyor.

"Olay tamamen borsa ile ilgili, Ben 10 yıl öncekinden daha zengin değilim aslında” diye savunuyor kendini, karanlık şöhretinden çekinen Slim. Özel Meksika Üniversitesi’nde ekonomi profesörü olan Carlos Morera, Carlos Slim ile 1988 – 1994 yılları arasında Meksika cumhurbaşkanlığı yapmış Carlos Salinas’ın yakın dostluklarının altının çizilmesi gerektiğini vurguluyor. “Belki de bu sayede Telmex’i bir lokma ekmek karşılığında aldı” diye iddia ediyor ekonomi profesörü...

“O kendini mütevazı bir şekilde işine ve çocuklarına adamış bir adam” diyor milyarder iş adamının yakın dostu ve damadı Arturo Elias Ayub.

Slim 1997’de geçirdiği bir kalp krizinden sonra tüm yetkilerini resmi olarak üç oğlu Carlos, Marco Antonio ve Patricio’ya geçirdi. Ama hâlâ gözü kulağı açık. Yaşı ilerlemeye başlayınca hayır işlerine girişti.

Kurduğu iki vakıf, cerrahi, beslenme, eğitim bursları ve bilgisayar dağıtımı gibi işleri finanse ediyor.

Hatta Bill Clinton’a “sefaletle savaş” için 100 milyon dolar sundu. Yine ona ait müze Soumaya’nın müdürü Alfonso Miranda Marquez “O, işverenin sosyal rolüne gönülden inanıyor” diyor. Çünkü Slim, Fransa’dan sonraki en önemli Rodin (heykeltraş) koleksiyonuna sahip.

"BEN NOEL BABA DEĞİLİM"

Hayır kurumlarına yaptığı 4,5 milyar dolara ulaşan çeşitli bağışları ise Bill Gates’in insani yardıma adadıklarına kıyasla oldukça pinti kalıyor. Sorulduğunda ise “Ben Noel Baba değilim, yoksulluğun çaresi bağış yapmak değil, iş imkanı sağlamaktır” diye lafı ustaca bağlıyor.

Bu bakış açısını göz önünde bulundurarak, Carlos Slim imparatorluğunu önce Latin Amerika’da genişletmeye yöneldi. Brezilya devlet başkanı Lula’nın dostu olan Slim, Orta ve Güney Amerika’daki birçok devlet başkanı tarafından kabul edildi. Kolombiya’da televizyondan Brezilya’da bilgisayara, Paraguay’da biyolojik yakıttan Nikaragua’da jeotermal enerjiye kadar yatırımları var. Ama her zaman olduğu gibi telefon sektörünü ana gücü olarak kullanıyor.

Arjantin'in eski cumhurbaşkanının Nestor Kirchner, 31 Ağustos’ta Meksika’ya yaptığı resmi ziyarette Slim ile kafa kafaya verip Arjantin’deki CTI Movil isimli şubelerindeki
yatırımlarında indirime gitme konusunda Slim’i ikna etmeye çalıştı. Sonuçta Slim için Amerika Birleşik Devletleri’nin kapıları açılmış oldu.

"Eski New York valisi Rudolph Giuliani 2002 yılında ona yardım ederek, batan WorldCom’un bir kısmını ucuz fiyata almasını sağladı. Üç yıl sonra ise Slim şirketi 1,1 milyar dolara geri sattı”diye anlatıyor biyografisti José Martinez. Slim ardından demokrat aday Hillary Clinton’ın kampanyası için küçük bir yardımda bulundu. Sonra da bir cumhuriyetçi, New York’un şu anki belediye başkanı Michael Bloomberg için bir yardım...

AVRUPA'YA YASAKLI

Carlos Slim'in yaşamında dikkat çeken olay ise eski dostu, İspanya eski başbakanı sosyalist Felipe Gonzalez’i gücendirerek asla Avrupa’ya açılamamış olması. Geçen Nisan ayında da Telecom Italia’yı satın alma teklifine kaşılık vermeyen İtalyan hükümeti, bir İtalyan-İspanyol işbirliğini tercih ederek açıkça Slim’i geri çevirdi. Bu, o dik kafalı adamın boynunun büküldüğü ender anlardan biriydi.

Carlos Slim imaja açıkça önem verirken sakin ve babacan itibarını ön plana çıkararak ismini aklıyor. Hiç bilgisayar kullanmayan bu bezybol fanatiği adamın hayatında öyle fazla ateşli anlara yer yok. Resmi yemeklerden kaçınıyor, biberi havyara tercih ediyor ve arabasını genellikle kendisi kullanıyor. Tek zaafı ise zincirleme içtiği Küba püroları.

Dünyanın En Zengin Adamı Türk Asıllı Çıktı
Meksikalı telekom zengini Carlos Slim Helu 53,5 milyar dolarlık servetiyle 'Dünyanın En Zengini' oldu. Peki dünyanın en zengin adamının Türk asıllı olduğunu biliyor muydunuz?

Meksikalı telekom zengini Carlos Slim Helu 53,5 milyar dolarlık servetiyle 'Dünyanın En Zengini' oldu. Peki dünyanın en zengin adamının Türk asıllı olduğunu biliyor muydunuz?

Amerikan finans çevrelerinin dergisi Forbes, 2010 yılının milyarderler listesini açıkladı. 1940 doğumlu, Meksikalı telekomunikasyon devi Carlos Slim Helu Microsoft firmasının kurucusu Amerikalı Bill Gates'i geçerek 53,5 milyar dolarlık servetiyle listenin başında yer aldı. Slim nasıl zengin oldu? İşte Carlos Slim'in çarpıcı hayat hikayesi. (Sabah)
[ Devamı ... ]

11 Mart 2010 Perşembe

Metan Nedir ?

Metan, kimyasal formülü CH4 olan bileşiktir. Normal sıcaklık ve basınçlarda gaz halinde bulunan metan, kokusuzdur. Doğal gazın bir bileşenidir ve önemli bir yakıttır. Oksijenin varlığında bir mol metanın yanmasıyla bir mol karbondioksit ve iki mol su açığa çıkar:

CH4 + 2 O2 → CO2 + 2H2O
Metan, Küresel ısınmaya neden olan sera gazlarından biridir. Ayrıca çöplerdeki metandan yakıt elde edilebilir.
[ Devamı ... ]

Atmosfer

Atmosfer veya Gazyuvarı, yerkürenin etrafını saran ve çoğunlukla gaz ve buharlardan oluşan bir örtüdür.

Yerçekimi sayesinde tutulan atmosfer, büyük ölçüde gezegenin iç katmanlarından kaynaklanan gazların yanardağ etkinliği ile yüzeye çıkması sonucu oluşmakla birlikte, gezegenin tarihi boyunca dünya dışı kaynaklardan da beslenmiş ve etkilenmiştir. Basınç ve yoğunluk açısından diğer yer benzeri gezegenlerden Mars'a göre yaklaşık 100 kat büyük, Venüs'e göre ise yaklaşık 100 kat küçük bir gaz kütlesini ifade eder. Ancak bileşim açısından bu iki gezegenin atmosferlerinden çok farklı olduğu gibi, Güneş Sistemi içinde de eşsizdir.


Atmosfer Basıncı:
Atmosfer basıncı havanın ağırlığının sonucudur.Dolayısıyla yere ve zamana göre değişir. Atmosfer basıncı 5 km'de %50 azalır (bir diğer deyişle atmosfer kütlesinin yarısı ilk 5 km içindedir). Deniz seviyesinde deniz basıncı 101,325 Pa'dır. Yer çekimi nedeniyle bu gaz kütlesinin bir ağırlığı vardır ve gezegen yüzeyine doğru alçaldıkça artan bir basınç yaratır. Basınç, normal atmosferde, 0 °C'de, 760 mm'lik bir cıva sütununun yarattığı basınca eşittir.

Atmosferin toplam kütlesinin yaklaşık 5,1 x 10'15 ton olduğu sanılmaktadır; bu da Dünyanın toplam kütlesinin milyonda birinden daha azdır.


Bileşimi:
Atmosfer renksiz, kokusuz, tatsız, çok hızlı hareket edebilen, akışkan, elastik, sıkıştırılabilir, sonsuz genleşmeye sahip ısı geçirgenliği zayıf ve titreşimleri belli bir hızda ileten bir yapıya sahiptir. Tam olarak yüksekliği saptanamamıştır. "Homojen atmosfer" olarak isimlendirilen ve yoğunluğun hemen hemen aynı olduğu alt bölümün yüksekliği 8 km civarındadır. Bu seviyeden sonra yoğunluk yükseklikle azalır ve seyrek gaz kütleleri şekline dönüşerek uzay boşluğuna kadar uzanır ki bu bölge de "heterojen atmosfer" olarak isimlendirilir.

Belirgin olan bir şey; atmosferin üst seviyesinin 30 km civarında son bulduğudur. Bu seviyeden sonra da hava bulunduğunu söylemek doğrudur fakat bu bölümün meteoroloji ile bir ilişkisi yoktur. Şöyle ki 80 km yukarıda güneş ışınlarını yansıtabilecek kadar hava, 300 km yukarıda meteorların atmosfere girişinde sürtünme nedeniyle ışık verebilmesi ve hatta 600 km yukarıda aurora'ların gözlenmesi buralarda da az da olsa atmosferin olduğu yönünde ipuçları vermektedir. Atmosferin yeryüzüne yakın katmanlarının yüzde 78'i azot, yüzde 21’i de oksijenden oluşur. Yüzde 1'i ise su buharı, argon, karbondioksit, neon, helyum, metan, kripton, hidrojen, ozon ve ksenon elementlerinden oluşur. Bunlara toz ve duman gibi maddeler de katılır.

100 km yükseğe kadar azot-oksijen oranında önemli bir değişiklik olmaz, yalnızca 20-30 km arasındaki yüksekliklerde bir ozon yoğunlaşması gözlenir. Bu ozon katmanının önemli bir işlevi vardır, çünkü güneşten gelen morötesi ışınların büyük bir bölümü bu katman tarafından süzülür. Ama buradaki ozon hem miktar, hem de yüzde olarak çok fazla değildir.

100 km’nin üzerinde hızlı bir sıcaklık düşmesi gözlenir. Buradaki gazlar artık çok ince katmanlar biçimindedir. Daha çok da hafif gazlar bulunur. Bu gazlar morötesi ışınların etkisiyle ayrışır ve böylece burada oksijen serbest atomlar halinde bulunur. Işıl ayrışma denen bu olay 200 km yükseklikte daha da yüksek bir düzeye çıkar.

Su buharı, yer ve zamana göre değişen biçimde, atmosferin alt katmanlarına karışmış olarak bulunur ve yaklaşık 10-15 km yükseklikten sonra azalmaya başlar. Yeryüzünün iklim ve meteoroloji koşulları üstünde bu su buharının önemli bir rolü vardır, çünkü bulutlara asılı olan su buharı yağış olarak yeryüzüne düşer.


Heterosfer:
Yeryüzeyinden 100 km yükseklikten itibaren atmosferin bileşim açısından bu türdeş yapısı kaybolmaya başlar. Bu nedenle 'heterosfer' adı verilen ve atmosferin son derece seyrek olduğu bu alanlarda, hareketlilik az olduğu için, gazlar uzun dönemde moleküler ağırlıklarına göre alçaktan yükseğe doğru hafife gidecek şekilde tabakalanma eğilimindedir. Güneş ışınlarının iyonize edici etkisinin güçlü hissedildiği bu bölgelerde, fotokimyasal etkinlikler de giderek önemli hale gelir, ve atmosfer bileşimini etkiler.

600-1,500 km arasında atmosferdeki oksijenin yerini, güneşteki lekelerin durumuna göre değişen bir biçimde, helyum alır, bunun üstünde de bir hidrojen katmanı bulunur. Onun için burada yerküreyi çepeçevre saran bir hidrojen tacından söz edilebilir. Yüksek enerjili güneş ışınlarının etkisi ile hızlandırılan bu hafif atomlar, Yerkürenin kütleçekiminden kurtularak uzaya kaçarlar. Eksilen hidrojenin yerini, fotokimyasal etkilerle yüksek atmosfer katmanlarındaki su moleküllerinin parçalanması sonucunda ortaya çıkan hidrojen alır. Bu nedenle hidrojen kaybı gezegenin değerli su kütlesinin kaybı anlamına gelmektedir. Ozon tabakasının tahribatı sonucunda, fotokimyasal etkinliklerin atmosferin su buharından zengin olduğu alçak tabakalarına doğru inmesi bu yönden de tehlike yaratmaktadır.
[ Devamı ... ]

Klimatoloji (İklim bilimi) Nedir ?

İklim bilimi ya da klimatoloji, atmosfer içerisinde meydana gelen hava olayları ile yeryüzünde görülen iklim tiplerini inceleyen bilim dalı.

İklim biliminin konusu olan iklim, geniş bir sahada uzun yıllar boyunca görülen atmosfer olaylarının ortalama hâlidir. İklim coğrafi yeryüzünün şekillenmesi ve insan yaşamını çok yakından kontrol etmektedir. İklim bilimi, hava olaylarını yakından tanımak için fiziğin bir alt dalı olan meteorolojinin verilerinden geniş ölçüde yararlanır. Meteorolojinin yaptığı gözlemleri alır ve insan, canlı yaşamı açısından inceleyerek açıklamaya çalışır.

Yeryüzünde görülen başlıca iklim tiplerini, oluşum nedenlerini, özelliklerini ve insan yaşamı üzerine etkilerini, iklim elemanlarını (sıcaklık, basınç ve rüzgârlar, nemlilik ve yağış) konularını inceleyen fiziki coğrafya alt dalıdır. Ortalama 50-100 yıllık hava durumu ortalamaları alınarak iklim hakkında bilgiler oluşturulabilir.
[ Devamı ... ]

İklim Nedir ?

İklim, bir yerde uzun bir süre boyunca gözlemlenen sıcaklık, nem, hava basıncı, rüzgar, yağış, yağış şekli gibi meteorolojik olayların ortalamasına verilen addır. Hava durumundan farklı olarak iklim, bir yerin meteorolojik olaylarını uzun süreler içinde gözlemler. Bir yerin iklimi o yerin enlemine, yükseltisine, yer şekillerine, kalıcı kar durumuna ve denizlere olan uzaklığına bağlıdır. İklimi inceleyen bilim dalına klimatoloji adı verilir. İklim türleri, sıcaklık ve yağış rejimi gibi durumlara bakılarak sınıflandırılabilir. Ancak günümüzde en çok kullanılan sınıflandırma sistemi, aslen Wladimir Köppen tarafından geliştirilmiş olan Köppen iklim sınıflandırmasıdır. Bunun dışında, Thornthwaite sistemi de 1948'den beri kullanılmaktadır.

Paleoklimatoloji ise, göl yataklarında ve buzullarda bulunan tortular gibi biyolojik olmayan; yine ağaç halkaları, mercanlar gibi biyolojik kaynaklarla antik iklimleri inceleyen bilim dalıdır. Bu yöntem eski dönemlerde bir yerdeki sıcaklık ve yağış rejimlerini göstermek ve inceleme yapmak için kullanılır. Bu tür çalışmaların sonunda ortaya matematiksel iklim modelleri çıkarılır ve gelecekte iklimin ne derece değişebileceği konusunda tahminler yürütülür.
[ Devamı ... ]

Kuraklık Nedir ?

Kuraklık, Bir bölgede nem miktarının geçici dengesizliğin kaynaklana su kıtlığı olarak tanımlanabilen kuraklık, doğal bir iklim olayıdır ve herhangi bir zamanda ve yerde meydana gelebilir. Kuraklık genellikle yavaş gelişir ve sıklıkla uzun bir dönemi kapsar. Kurak iklimlerin hüküm sürdüğü yerlerdeki hayvanlar ve bitkiler, nem eksikliğinden ve yüksek değişkenlikteki yağıştan dolayı olumsuz etkilenirler.

Kuraklık tabiatın gizli tehlikesi olup genellikle herhangi bir mevsim veya bir zaman diliminde yağış miktarındaki azalmadan ya da dengesizliğinden dolayı meydana gelir. Kuraklık hesaplamalarında bir bölgedeki yağış ve evapotranspirasyon (buharlaşma ve terleme) arasındaki dengenin uzun süreli ortalaması göz önünde bulundurulur. Kuraklıkta; zaman (yağış mevsiminin başlamasında gecikmeler, ürün büyüme mevsimi-yağış zamanı ilişkisi) ve yağışların tesirleri (yağış yoğunluğu, sıklığı) ile ilişkilidir. Yüksek sıcaklık, şiddetli rüzgar ve düşük nem miktarı gibi diğer değişkenler etkili olmaktadır.

Kuraklık, yalnızca fiziksel bir doğa olayı olarak görülmemeli. Kuraklığın, insan ve faaliyetlerinin su kaynaklarına olan bağımlılığı nedeniyle, toplum üzerinde çeşitli olumsuz etkileri vardır.

Uzun süreli kuru hava, nem azlığı yaratarak orman ve su kaynaklarında azalmaya neden olduğundan, ciddi çevresel, ekonomik ve sosyal sorunlar ortaya çıkar. by didem
[ Devamı ... ]

Yoksulluk Nedir ?

Yoksulluk veya fakirlik, günlük temel ihtiyaçların tamamını veya büyük bir kısmını karşılayacak yeterli gelire sahip olmama durumudur. Özellikle, yiyecek, içecek, barınma, giyim-kuşam gibi temel ihtiyaçlara zor erişmek veya erişememek yoksulluk olarak tanımlanabilmektedir. Ancak kimi gelişmiş ülkelerde bu tanımın standartlarında değişiklik görülmektedir.


Nedenleri:
Yoksulluk, ülkeden ülkeye, veya coğrafyadan coğrafyaya değişik nedenlerle ortaya çıkabilir. Başlıca nedenler arasında çevresel nedenler, ekonomik nedenler, siyasî nedenler ve toplumsal nedenler sayılabilmektedir.


Çevresel nedenler:
Yoksullaşmanın en bariz belirtilerinden olan çevresel nedenlerin başında, doğal afetler, çölleşme, kuraklık gibi doğal etkenler gelebildiği gibi; aşırı otlatma, ormanların tahrip edilmesi gibi insan tahribatı sonucunda oluşan doğal yıkımlar da yoksulluğa neden olabilmektedir.[1] Bunun yanında, yoksulluğa, coğrafik özellikler de neden olabilmektedir. Örneğin; enerji üretimine veya tarıma elverişli olmayan bir bölgede yoksulluk görülebilmektedir. Kimi zamanlarda, tarımın elverişli olduğu bölgelerde kullanılan yanlış gübreleme, aşırı su israfı, bölgede kıtlığa ve yoksulluğa neden olabilmektedir. Zira, suyun ve besinin yetersiz olduğu bölgelerde yoksulluk kaçınılmazdır.


Ekonomik nedenler:
Yoksulluğun bariz nedenlerinden olan ekonomik nedenler arasında işsizlik en başta yer almaktadır. Koşulların yetersizliğinden seçilen kalitesiz yakıtlar, oluşturduğu çevresel soen gıda israfları, yoksulluğu tetiklemektedir.


Siyasi nedenler:
Siyasi politikalar, büyük yoksulluklara neden olabilmektedir. Özellikle izlenen yanlış politikalar, tarıma ve ağaçlandırmaya yapılan düşük destek, sanayinin çarpıklaşması, kirlilik, yoksulluğu beslemektedir. Eğitime verilen desteğin çok az olması, yoksul bir nesil yetişmesine neden olmaktadır. Ülke yönetimlerindeki yozlaşmalar ve belirsiz politikalar, Nijerya gibi ülkelerde yaşanan yoksulluğun baş sebepleri arasındadır.[3] Yolsuzluklar, yoksulluğun temel nedenlerinden biri olduğu gibi sömürge devletlerinin bir ülkede varlığı, halkın var olduğu kaynakların da sömürülmesine ve insanların bolluk içinde aç yaşamasına neden olmaktadır.


Toplumsal nedenler:
Aşırı nüfus artışı yaşanan ülkelerde yoksulluğun önemli bir sorun olduğu bilinmektedir. Özellikle doğum kontrol konusunda bilinçsiz ve yetersiz bir ülke, aşırı nüfus artışlarına ve çarpık kentleşmeye yol açabilmektedir.[4] Beyin göçleri ve tarihteki yönetim biçimleri insanları ve toplulukları yoksul bırakabilmektedir. Ayrıca savaşlar, soykırımlar, toplumları uzun süre muhtaç bırakabilmektedir.
[ Devamı ... ]

Ezoterizm Nedir ?

Ezoterizm bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstad tarafından sadece ehil olanlara inisiyasyon yoluyla öğretilmesidir. Ezoterizm bir din veya bir inanç sistemi değildir. Çoğunlukla ezoterik yani ezoterizm ile ilgili veya ezoterizme dair şeklinde kullanılır.
[ Devamı ... ]

Misterler Nedir ?

Misterler, sözcük anlamıyla "sırlar" anlamına gelmekte olup, eski inisiyasyonlarda yalnızca inisiyelerin bilebileceği ilahi hakikatleri ifade etmek üzere kullanılırdı.

Sözcük eski Yunanca’daki “kapamak” anlamına gelen “myein” sözcüğünden türetilmiş olup, hakikatlerin öğrenilmesinde ağzın kapalı olması gerektiğine işaret etmektedir. Ağzın kapalılığı ikili bir anlama sahiptir: Hem, hakikatleri inisiyenin üstadından sözle öğrenmemesi, kendisinin sezmesi anlamına, hem de sezdiği hakikatleri kimseye ifade etmemesi anlamına işaret eder.

Kimi ezoterik kaynaklara göre, inisiyasyonlarda misterler iki değil, üç temel aşamada öğrenilirdi; bu bakımdan misterler üç gruba ayrılırdı:

Küçük misterler: Bunlar, reenkarnasyon, nedensellik kuralı gibi evrensel yasalar ile imajinasyon denetlemesi, nefis denetlemesi ve psişik yetenekler hakkındaki teorik bilgilerdi.

Büyük misterler: Bunlar, ilk aşamada edinilen teorik bilgilerin uygulanmasıyla kazanılan bilgilerdi. Yani inisiye adayının, yüksek bilinç hallerini, görünmez alemi ve birtakım realiteleri bizzat deneyimlerek tanımasıyla edindiği bilgilerdi.

Hakiki misterler: İnisiye adayının spiritüel tesiri görünmez alemden kendi başına çekip aşağı (çevresine) aktarabilmesiyle ilgili bilgi ve deneyimlerdi. Bu aşamanın sonunda inisiye, sezgi yoluyla aldıklarını çevresine aktararak, ışık saçan bir meşale haline gelirdi.
[ Devamı ... ]

Doğruluk Nedir ?

Doğruluk, hakikat olarak da kullanılan felsefe terimi ya da kategorisi. Felsefenin bütün gelişim aşamlarında, felsefe içi tartışmalarda ve tanımlamalarda belirleyici bir konu başlığı olarak yer almıştır. Dolayısıyla genel bir tanımı olmaktan çok, her felsefe eğiliminde ya da okulunda farklı şekillerde tanımlanışları sözkonusudur. Yine de genel bir tanımlama yapılacak olursa, Dogruluk ya da Hakikat, gerçek’ten ya da gerceklik’ten ayrı olarak belli bir gerçekliğin düşünsel ya da zihinsel olarak temsil edilmesi ve temsilin gerçeklige uygun olması halidir diyebiliriz. Bu son derece sorunlu bir tanımlamadır sözkonusu felsefe-içi tartışma bağlamında; özellikle de günümüz felsefe tartışmalarının ya da bu tartışmaların sonuclarının boyutları dolayısıyla.

Her felsefe eğilimi ya da akımı belli bir epistemolojik model kullanmakta ve dolayısıyla Dogruluk kategorisi buna göre farklı niteliklerde ele alınıp değerlendirilmektedir.

Çok genel olarak, doğruluğun, felsefe bağlamında epistemelojik ve ontolojik olmak üzere iki ayrı bağlamda ele alındığını belirtmek mümkündür.

Epistemelojik olarak doğruluk, bilgi etkinliğinin temel bir kavramıdır ve bilgiyi bilgi olmayan biçimlerden ayırmak üzere kullanılır. Doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir olan bilgi düzleminde ele alınır. Doğruluk, doğrulanabilir bilginin kuramsal ifadesidir. Buna göre doğruluk varolana dair bildirimde bulunan özneyle birlikte mümkündür. Özne-nesne ilişkisi bağlamında yer alan ve öznenin nesneyi bilişinin niteligini belirten bir kategoridir. Ontolojik doğruluk kavramı ise, doğruluğu varlığın özüyle özdeş olma hali olarak ele almak anlamına gelir. Burada bilginin doğruluğunun bir özne-nesne ilişkisi sorunu değil varlığın özüyle ilgili oldugu varsayılır.

Doğruluğun bir uygunluk hali mi, bir tutarlılık konusu mu, yoksa bir uzlaşım sorunu mu olduğu üzerine önemli kuramsal tartışmalar Platon’dan beri süregelmektedir, ve postmodern durum içinde bu tartışmalar yön değiştirmiş ve yeni bir boyut kazanmıştır. Genel geçer bir tanımın ötesinde, Felsefe tarihi içinde epistemelojik alandaki gelişmenin ayrıntılı bir dokümantasyonu ortaya konulmaksızın yeterli bir dogruluk ya da hakikat tanımına ulaşmak olanaklı değildir.
[ Devamı ... ]

Epistemoloji Nedir ?

Epistemoloji:
Epistemoloji, bilginin doğası, kapsamı ve kaynağı ile ilgilenen felsefe dalıdır. Bilgi felsefesi olarak da adlandırılmaktadır.

İlk çağlarda Thales gibi filozoflar metafizik ile ilgileniyorlardı. Evrenin salt maddesinin bulunması temel bir amaç olmuştu. Ama bu konularda herkesin vardığı farklı fikirler, fikirler arasındaki çelişkiler filozofların insana, dolayısıyla akıl ve bilgiye yönelmesine yol açtı. Bu da insanın bilgilerinin doğruluğunun sorgulanmasına neden oldu. Böylece bilgi felsefesi doğmuş oldu.

Terimler değişiktir: episteme, bilgi ve gnosis, bilim ve logos, öğreti kelimelerinden epistemoloji, bilgibilim ve gnoseoloji, bilginin bilgisi terimleri; bilgikuramı (theory of knowledge) anlamında kullanılır, bazen philosophy of knowledge, bilgi felsefesi olur. Bilginin doğasını, kaynaklarını, kökenlerini, değerini araştırır. Bilgisizliğin ne olduğunu araştıran bilgi dalına agnoioloji denir. Bilgisizlik örtüsü kavramıyla cehaletbilimi ilgilenmektedir. Platon'un bilgi nazariyesinin (kuramının) yetersizliği 1963'de Edmund Gettier tarafından kanıtlanmıştır. Aynı dönemde Michel Foucault, bilginin kazıbilimini, bilgi ve iktidar biçimlerini araştırmıştır.
[ Devamı ... ]

Aksiyoloji Nedir ?

Aksiyoloji:
Aksiyoloji (değerler felsefesi) etik ve estetik olmak üzere ikiye ayrılır. Etik, insanların ahlaki değerlerini sorgularken (ahlaklı - erdemli gibi) estekik ise neyin güzel olduğuyla ilgilenir. Neyin etik, neyin estetik olduğunu açıklamak oldukça güçtür, buradan hareketle aksiyoloji bireylerin davranışlarına temel teşkil eden değerleri araştırmaktadır.

Değer felsefesi de denilen aksiyoloji, insanın yaşamı boyunca vardığı bir çok yargının kaynağı olan değerler sistemiyle ilgilenir. yaşamın almaya zorladığı kararlar ve insanları iyi ve kötüyü ayırt etmesi için zorlaması sonucu insanlar iyi, kötü, ayıp, güzel, çirkin ve benzeri bir takım yargılara varırlar. işte felsefenin bu yargıların kaynağındaki değerlerin nasıl oluştuğu, niteliği, sınıflaması ve insanlık ilişkisi üzerinde duran alanına aksiyoloji denir. sönmez’e göre aksiyoloji insanın yapıp etmelerini ve bunların dayandığı ilke ve değerleri inceler. aksiyoloji; “değerlerin kaynağı var mı?”, “değerler içimizde mi, dışımızda mı?”, “objektif mi, subjektif mi?”, “sabit mi , değişken mi?”, “her dönem toplumlar için mutlak değerler var mı?”, “bu değerler toplumdan topluma, zamandan zamana değişim göstermekte mi?” gibi sorular sorar ve bu sorulara yanıtlar arar.

Aksiyolojinin iki bölümü vardır. insan hareketleri (tüm yapıp etmeleri) ve ahlaki değerlerle ilgilenen kısmına ahlak (etik), doğadaki ve sanattaki güzellikleri, bu güzelliklerin niteliklerini ve güzel takdir yargılarını inceleyen kısmına ise estetik denir. ahlak doğru hareketlere temel olacak değerlerle ilgilenirken, estetik, hayalgücü ve yaratıcılığa dayanan doğal ve sanatsal güzelliklerle ilgilenir. bu özelliklerinden dolayı estetik değerler subjektiftir ve ölçülüp değerlendirilmesi en zor olan değerlerdir.

Felsefi ahlak ilk kez ortaya eski yunan’da çıkmıştır. insanın mutlu olması için neler gerektiğinin sorgulandığı eski yunan’da demokritos mutluluk ahlakını kurmuş ve mutluluğa ulaşmak için duyguları yenmek gerektiğini savunmuştur. sofistlere göre her insan ve toplum için genel geçer bir ahlak yoktur ve ahlak toplumdan topluma ve zamandan zamana farklılık gösterir. sokrates ahlakın temelinin bilgi olduğuna inanır ve bu doğru bilginin de ancak akıl yoluyla elde edilebileceğini savunur. ahlakın temel ölçülerinin doğruluk, adalet, toplu yaşama, insan sevgisi ve iç özgürlük olduğunu söyler. aristoteles ahlaki eylemi “doğru olan orta”yı bulan eylem olarak tanımlar. doğru olan ortayı bulma alıştırmalar yoluyla edinilir ve ölçütü doğru görüştür. doğru düşünen ve doğruyu yapan insan mutluluğa ve erdeme de ulaşmış olacaktır. ortaçağın karanlığında ahlak dini temellere oturtulmuştur. iyi ve kötünün belirlenmesi işi kutsal metinlere bırakılmış tam anlamıyla kaderci bir yaşam benimsenmiştir. hobbes’a göre ahlak ve hukukun temel gayesi barışı sağlamaktır. locke’a göre ise ahlakın dayanağı acı ve hazdır. ahlaki iyi ve kötü, insanların özgür eylemlerinin yasalarla uyuşup uyuşmamasına bağlıdır. kant’ın ahlak anlayışı görev ahlakı olarak da adlandırılır ve temel ilkesi “öyle hareket et ki, senin hareketlerinin yasası, aynı zamanda başkalarının hareketleri için bir ölçüt olsun” görüşüdür. marxizm’in ahlak anlayışında insanların duygu, düşünce ve üretim açısından sömürülmemesi toplumsal çıkar, barış ve insan sevgisi başlıca ölçütlerdir. genel anlamıyla bilimsel araştırmalarda sorulan şu soruların cevaplarını bulmak ahlak’ın görevidir: “araştırılan kişilerin kimlikleri açıklanmalı mı, gizlenmeli mi?”, “onlara nasıl davranılmalı?”, bilimsel bilgiye nasıl saygı gösterilmeli?”, vb. aksiyolojinin sanatı konu alan bölümü estetik “sanatta güzellik – çirkinlik nedir?, göreli mi mutlak mıdır?”, “sanatta bir amaç var mıdır?”, “sanat sanat için mi yoksa toplum için midir?” gibi soruların cevaplarını araştırır. filozoflar bu sorulara farklı cevaplar vermişler ve bu yüzden değişik sanat ve estetik anlayışları benimsemişlerdir. aristoteles’e göre güzellik; düzen, simetri ve sınırlılığın doğru ortada olmasıdır. aristoteles bir yapıtın güzelliğinin sanatçının o yapıtı doğaya uygun şekilde tamamlayabilmesiyle ilişkili olduğunu belirtir. thomas aquinas güzelliğin ölçütlerini belirlerken, kişide haz uyandırması, düzen ve birliğe dayanması, amaçlılık, yetkinlik ve iyilik özelliklerini taşıması gerektiğini ifade etmiştir. hegel sanatı insan ruhunun bir ürünü olarak ele alır, spencer ise sanatın oyundan doğduğunu ve insanın arta kalan gücünü oyun için kullandığında bu işin onu güzellik algısına ve estetiğe götürdüğünü söyler.
[ Devamı ... ]

Estetik Nedir ?

Estetik:
Estetik, değer teorisi ya da aksiyoloji adı verilen felsefenin bir dalıdır. Duygu ve beğeninin yargılanması olarak da geçen duyusal-duygusal değerleri inceler. Sanat felsefesi ile yakından ilişkilidir.

Güzel olan ve güzellik hakkında ya da güzelllik değeri ve güzellik yargısı felsefe tarihinde her zaman değerlendirmeler söz konusudur. Bu bağlamda hemen her felsefe eğiliminin epistemoloji, mantık ve etik bölümleri olması gibi genelde açık ya da örtük olarak estetik bir bölümü de olduğu söylenebilir.


Etimoloji:
Terimi 1750 yılında ilk ortaya atan Alman düşünür Alexander Gottlieb Baumgarten'in tanımladığı şekliyle estetik, duyusal bilginin bilimidir; konusu da duyusal yetkinliktir. Gerçekleştirmek istediği, güzel üstünde düşünme sanatıdır.

Baumgarten'dan önce, estetiği bir felsefe kolu olarak biçimlendiren önemli düşünürlerin başında Alman filozof Immanuel Kant gelmektedir. Estetik sözcüğü, Grekçe aisthesis ya da aisthanesthai sözünden gelir. Aisthesis sözcüğü; duyum, duygu, algılamak, duyular anlamına gelir.


Türkiye'de Okullarda Yeri:
Üniversitelerin felsefe bölümlerinde ders olarak okutulmakta ve çoğu zaman diğer felsefe dallarıyla olan ilişkileri dahilinde ele alınmaktadır.
[ Devamı ... ]

Lipoproteinler Nedir ?

Lipoproteinler:
Lipoproteinler, hem protein hem lipitlerden oluşan biyokimyasal bileşimlerdir. Bu proteinler bir bütünün parçası olmalarından dolayı apolipoprotein diye adlandırılırlar.

Kan plazmasındaki lipoproteinler, suda çözünürlüğü düşük olan lipid moleküllerini kan dolaşım sistemi aracılığıyla vücut içinde taşırlar. Taşıyıcı özelliklerinin yanısıra, lipit metabolizmasında yer alan çeşitli enzimlerin, taşınan lipitleri birbirine dönüştürdüğü kimyasal reaksiyon platformları olarak da işlev görürler. Apolipoproteinlerin yapısal veya katalitik işlevleri olabilir. Bir lipoprotinin üzerindeki apolipoproteinlerin birbirleriyle, başka kan proteinleriyle ve hücre membranlarında bulunan reseptörlerle etkileşimi, belli bir lipit türünün bu lipoproteine eklenmesini ve ondan çıkartılmasını belirler.

Yapı:
Lipoproteini oluşturan protein ve lipitlerin suyu seven (hidrofilik) kısımları lipoproteinin dış yüzeyini kaplarken, suyu sevmeyen (hidrofobik), yani yağlı kısımları onun iç kısmında gömülüdürler. Bu yüzden plazma lipoproteinlerinin en dış tabakasında bulunan lipid türleri polar lipitler olarak nitelendirilirler. Polar lipitler arasında başlıca sfingomiyelin türleri, fosfolipitler ve kolesterol gelir, bu moleküllerin her birinin bir ucu sulu ortamda olmaya daha müsaittir. Lipoproteinlerin ortasında ise başlıca, nötral lipitler tabir edilen, kolesterol esterleri ve trigliseritler bulunur.

Fizyoloji:
Çeşitli enzim ve taşıma proteinin etkisiyle lipoproteinlerin içerdiği lipitlerin oranları değişebilir. Örneğin, LCAT enzimi dış yüzeyde bulunan bir kolesterolle bir fosfolipidi birleştirip lipoproteinin iç kısmında yer almayı tercih edecek bir kolesteril ester molekülü oluşturur. Bu tür değişiklikler lipoproteinin yüzeyi ile hacmi arasındaki oranın değişmesine yol açarlar. İç kısmında hemen hiç nötral lipid bulundurmayan lipoproteinler bır madeni para gibi yuvarlak ve yassıdırlar; içleri nötral lipit dolu olanlar ise küreseldirler. Başka reaksiyonlar sonucunda lipoprotein büyüyebilir veya küçülebilir, onlara yeni apolipoproteinler eklenebilir veya eksilebilir. Bu süreçler yüzünden lipoproteinlerin boyutları, biçimleri ve içerikleri sürekli değişir. Ayrıntılar aşağıda listelenmiş lipoproteinler hakkındaki maddelerde verilmiştir.

Yoğunluğa göre:
Tıpta en yaygın olarak kullanılan gruplandırma, lipoproteinlerin yoğunluğuna göre yapılır. (Ancak yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı bu gruplar homojen değildirler.) En hafifinden (yani en cok lipit, en az protein içereninden) en yoğununa doğru sıralama şöyledir:

Şilomikronlar - İnce bağırsaktan karaciğere trigliseritleri taşırlar.
Çok düşük yoğunluklu lipoproteinler (İngilizce Very Low Density Lipoproteins, VLDL) - yeni sentezlenmiş trigliseritleri karaciğerden yağ dokularına taşırlar.
Ara yoğunluklu lipoproteinler (İngilizce Intermediate Density Lipoproteins, VLDL) - yoğunluk olarak VLDL ile LDL arasındadırlar. Kanda genelde görülmezler.
Düşük yoğunluklu lipoproteinler (İngilizce Low Density Lipoproteins, LDL) - karaciğerden diğer dokulara kolesterol taşırlar. Bazen "kötü kolesterol" diye de adlandırılırlar.
Yüksek yoğunluklu lipoproteinler (İngilizce High Density Lipoproteins, HDL) - diğer dokulardan kolesterol toplayıp karaciğere geri getirirler. Bazen "iyi kolesterol" olarak adlandırılırlar.

Elektrik yüküne göre:
Serum protein elektroforez tekniği ile serum proteinlerin sınıflandırılmasında olduğu gibi, lipoproteinler de "alfa" ve "beta" olarak sınıflandırılabilirler. Bazı lipit bozuklukları, abetalipoproteinemia gibi, bu terminolojiye göre adlandırılırlar.
[ Devamı ... ]

3 Mart 2010 Çarşamba

Çekiç Parmak Nedir ?

Çekiçparmak, ayak ve el parmaklarında rastlanan ağrılı bir rahatsızlıktır. Basit önlemlerle rahatlatılabilir ve gerekirse ameliyatla düzeltilir. Elde çekiçparmak, parmak ucunun hasar görmesi sonucu oluşur… Tedavi edilmezse, biçim bozukluğunun yanı sıra, elin işlevlerini de aksatır. Elde çekiçparmak, bir parmağın ucunun bükük kaldığı durumdur. Daha çok gençler, işçiler ve sporcular gibi, kaza olasılığının daha yüksek olduğu, hareketli insanlarda görülür.

Nedenleri
Ayak parmakları başparmak dışında aralarında eklemler bulunan üçer kemikten oluşmuştur. Ayakkabı ayağa küçük geldiğinde ya da ikinci parmak ötekilerden çok uzun olduğunda, söz konusu parmak, sürekli bükülü durmaya başlar. Parmakların bükülmesine yol açan bir başka neden de, parmakları düz tutan kaslardaki güç dengesizliğidir.

Eldeki parmaklarımızı açmamızı sağlayan kasların kirişleri, elin üst yüzünde yer alır. Parmak ekleminin ucuna yapıştıkları noktaya gelecek bir darbe, bu kirişlerin kopmasına neden olabilir. Kiriş kopunca parmak ucu, parmakla 180ºlik bir açı yapacak konuma gelemez ve hafif bükük durur.

Belirtiler
Çekiçparmak, ayakta oluşabilecek en ağrılı rahatsızlıklardan biridir. Genellikle yalnızca başparmağın yanındaki parmakta oluşur. Bu parmak hep bükük kalır. Üstü sürekli olarak ayakkabıya sürtünür ve o yüzden ağrılı nasırlara yol açar. Sonuçta, giyilmekte olan ayakkabılar son derece rahatsız hale gelir; yenisi alınmak istendiğinde de ayağa uyanı bulunamaz.

Tedavi
Ayak parmağının büküklüğü çok ciddi bir durum değildir. Ayakkabı vurup da ağrılı nasırlara neden olmuyorsa, tedavi gerekmez. Bükülü parmakta nasır oluşmaya başlarsa, alınacak en iyi önlem, üstüne küçük bir pamuk parçası yerleştirerek daha fazla tahriş olmasını önlemektir. Ayrıca nasırı aldırmak da olanaklıdır.

Masraflı olmasına karşılık en akıllıca çözüm, ayağı rahatsız eden ayakkabıları atıp, yenilerini almaktır. Çok yüksek topuklardan kaçınmak gerekir. Topuk ne kadar yüksek olursa, beden ağırlığı o kadar ayak parmaklarına binecek ve çekiçparmağın daha çok ağrı yapmasına yol açacaktır. Yaz aylarında sandalet giyilebilir; parmaklar serbest kalıp rahatlayacaktır. Ayak temizliğine de her zaman dikkat etmek gerekir, akşamları yatmadan önce yapılacak ılık ayak banyoları, ağrıları dindirmenin yanı sıra, enfeksiyonları da önler.

Basit önlemlerle geçirilemeyen ağrılı durumlarda, en iyi çözüm, küçük bir cerrahi girişimdir. Bükülü eklemin kesilerek düzeltilmesinden oluşan ameliyat kolay ve kısadır. Bazen, eklemin düzgün durmasını sağlamak için, kemiğin içine, 4 -6 hafta kalacak bir tel yerleştirilir. Bazen yalnızca başparmağın yanındaki değil, iki ayağın bütün küçük parmakları bükülü olabilir. Bu çekiçparmakların tedavisi de tıpkı uzun parmağınki gibidir.

Eldeki çekiçparmak hiç tedavi edilmese de parmaktaki ağrı kendiliğinden geçer. Ama kopmuş kirişin yol açtığı biçim, bozukluğu ve parmağın eski işlevini kazanması aylar sürer. İyileşmesi için tedavi edilmesi gerekir. Hastanede, kiriş yerinden tümüyle kopmamışsa cerrahi dikişlerle yerine sağlamca tutturulur. Tümüyle kopmuşsa parmak alçıya alınıp altı hafta boyunca düz konumda tutularak, kirişin yerine yapışması sağlanır. Altı hafta sonra alçı açılır.

Parmağın hareketliliğini tam anlamıyla kazanması için birkaç haftalık fizik tedavi yapılır. Parafin banyoları ve masaj, zedelenme yerinde oluşmuş tutukluğu hızla giderir. Çok ender olarak altı haftalık alçıdan sonra kas kirişinin hala yerine yapışmadığı görülebilir. Böyle bir durumda, parmağın bir ya da birkaç ay tele alınması gerekir. Ama kiriş yerine yapıştıktan sonra parmak, eski gücünü kazanacaktır.
[ Devamı ... ]

Disk kayması Nedir ?

Disk kayması ağrıya yol açabilir ve zamanla normal hareketi kısıtlar. Ancak, vakaların büyük bir bölümü, zamanla tam olarak iyileşir. Sırt ve bel sorunları, ağrılı rahatsızlıkların en sık rastlanan nedenlerindendir… Sırt ağrısının birçok nedeni vardır; disk kayması bunlardan yalnızca biridir. Aslında, birçok sırt ağrısı vakasında ağrı kendiliğinden geçer. Tıbbi tedavi, ancak ağrı yineliyorsa ve çok şiddetliyse uygulanır.

Diskler, belkemiğini oluşturan omurlar arasında yer alan doku yastıklarıdır. Her disk, bağ dokusundan, sert bir dış tabaka ile daha yumuşak, peltemsi yapıda, “çekirdek” denen bir iç tabakadan oluşur. Diskin işlevleri, omurlar arasında sıkı bir bağlantı sağlamak ve bir yastık gibi, belkemiği kolonuna binen yükü soğurmaktır.

Bir disk kaymasında disk, gerçekten kaymış değildir. Sert dış tabaka yarılır; daha yumuşak iç tabaka, tıpkı diş macununun tüpteki bir yarıktan fışkırması gibi, yarıktan dışarı çıkar. Diskin yumuşak iç tabakası, çocuklukta iyice yumuşak ve peltemsi kıvamdadır. Yıllar geçtikçe bu madde yavaş yavaş kurur; orta yaşta pelte kıvamını yitirir; yaş ilerledikçe de katılaşır. Daha ileri yaşlarda disk, nedbe dokusu gibi bir nitelik kazanır. Bu nedenle, yaş ilerledikçe disk kayması olasılığı azalır ve bu durum, bir genç ya da orta yaş rahatsızlığı sayılabilir.

Disk kayması, diskin dış tabakasının en zayıf olduğu yerde, yani her omur hizasında omurilikten çıkan sinir köklerinin önünde görülür. Kişinin omurilik kanalı biraz darsa, fırlayan disk maddesi bu düzeyde sinire baskı yaparak disk kaymasının bilinen belirtilerini ortaya çıkarır. Belkemiği en çok sırtın alt bölümüne rastlayan düzeyde yüklenmeye uğrar. Dolayısıyla, diskin en yetersiz kaldığı yer burasıdır. Ancak diskler, belkemiği kanalı boyunca, her düzeyde kayabilir hem sırtta hem de boyunda.

Nedenleri
Disk kayması için sert dış tabakada bir çatlak olması gerekir. Bu da genellikle normal yaşlanmanın bir sonucu olarak, doğal yıpranmaya bağlıdır. Özellikle ağır bir nesneyi uygunsuz bir biçimde kaldırma, düşme, ansızın öksürme ve hapşırma, yumuşak disk çekirdeğinin çatlaktan çıkmasına ve şiddetli bel ağrısına yol açabilir.

Belirtiler
Kayan bir disk sinir köküne baskı yaptığında, belirtiler sırt ile belde ve sinir kökünün dağıldığı bölgede olur. Bu bölge sırtın alt kesimiyse, ağrı bacaklarda da hissedilir. Hasta, bel ve sırttaki belirtilerden biri olan şiddetli ağrının yerini tam olarak söyleyemez. Özellikle başlangıçta belkemiğinin iki yanında uzanan kaslarda ağrılı kasılmalar da olur. Hasta hareket edince ağrısı artar, sırtüstü yatınca rahatlar. Öksürme ve aksırma, fırlamış disk maddesini daha da dışarı çıkarıp, sırtta ve bacaklarda keskin ağrılar yapabilir. Hasta bilmeden baskıya uğrayan sinir kökünün yükünü azaltmak için kayan diskin ters yanına doğru eğilir. Sinir kökü üstündeki baskı çok şiddetli değilse, sinir işlevini sürdürür ama ağrı da vardır. Beyin, ağrılı baskının disk bölgesinden geldiğini algılayamaz; durumu, sinirin sonlandığı beden bölgesinden gelen ağrı olarak yorumlar. Sırtın alt bölümündeki bir disk kayması, siyatik sinirini uyarır ve ağrı uylukta, baldırda, topuk ve ayakta hissedilir. Bu ağrıya “siyatik ağrısı” denir.

Sinir kökünü etkileyen çok daha şiddetli baskılar, sinirin işlevini bütünüyle sona erdirebilir. Bu durumda sinirin dağıldığı deri bölgelerinde duyu yitimi olur; hafif bir dokunma ya da iğne batması duyulmaz. Öte yandan sinirin gittiği kaslar zayıflayabilir, hatta felç olabilir. Diz refleksi gibi refleksler ortadan kalkabilir. Yalnız bir sinir kökü etkilenmişse o kadar ciddi bir durum ortaya çıkmayabilir; sinirlerin her biri küçük bir deri bölgesine ya da sınırlı sayıda kasa dağılır. Ancak idrarkesesinin ya da üreme organlarının sinirleri etkilenirse, bu organların işlevi sürekli olarak aksayabilir. Bu gibi durumlarda, sinirler üstündeki baskıyı azaltmak için acil tıbbi bakım gerekir.

Tedavisi
Akut disk kayması olan insanların yüzde 90ından fazlasında durum, yatakta dinlenmeyle düzelir. Dışarı çıkan yumuşak disk içi maddesi, genellikle kuruyup ufalarak sinir kökündeki baskıyı kaldırır.

Dolayısıyla başlıca tedavi, dinlenmedir. Doktor muayene sonucu belirgin bir disk kayması saptamışsa, hastaya sırtüstü yatarak dinlenmesini salık verecektir. Düz yatışta, yumuşak iç maddenin taşmasına yol açan disk baskısı en düşük düzeydedir. Ayakta duruşta ise basınç, daha fazladır. Oturma ve eğilme gibi sırtın büküldüğü durumlarda ise, basınç iyice artar. Yumuşak bir yatak da sırtın bükülmesine neden olur. O yüzden en iyisi yatağın altına bir tahta yerleştirmek ya da yer yatağında yatmaktır.

Ağrı kesici ilaçlar ağrıyı azaltır ama tam olarak kesmez. Kas gevşetici ilaçlar da ağrılı kas spazmını giderir. Hastaların çoğu, birkaç gün ile üç hafta arasında yatakta dinlenerek düzelir. Hemen ayağa kalkmak, hastalığın yinelenmesine neden olur.

Dinlenmeyle iyileşmeyen hastaların başka yöntemlerle tedavi edilmesi gerekir. Bir süre bir hastanede yatmaları ve belki ağrının azaltılması için bacaklarına çekme uygulanması iyi gelebilir. Yine iyileşmeyenlerin özel bir röntgenle durumları yeniden incelenir. Sıradan röntgen, omurların yalnızca gövdesini gösterir. Diskin kendisi, kemikler arasında bir boşluk olarak görülür. Bu boşluk, akut disk kaymasnıda değişime uğrayıp, farklı bir görünüm vermediğinden “radikülografi” ya da “miyelografi” olarak adlandırılan röntgen yöntemlerine başvurulur. Omurilik kanalının hemen dışındaki boşluğa röntgen ışınlarıyla görünebilen bir boya verilir. Diskte kayma varsa, sürekliliği bozarak, boyanın dağılımında bir çentik olarak belirir. Disk kaymalarında ameliyat ancak dinlenme yetersiz kalmışsa, sinir köklerinin işlevinin bozulduğuna ilişkin belirtiler varsa ve idrarkesesi ile üreme organlarının sinirleri etkilenmişse uygulanır. “Laminektomi” olarak adlandırılan ameliyatta omuriliği çevreleyen kemiklerde küçük bir oyuk açılır; omurilik sinir kökleriyle birlikte hafifçe yana itilir ve disk çıkarılır. Hastalar genellikle ameliyattan iki hafta sonra ayağa kalkabilirler.

Disk kaymasında, fizik tedavi gibi başka tedavi yöntemleri de yararlı olabilir. Fizik tedavide, ağrıyı zamanla azaltan ısı tedavisi ve çekme egzersizleri uygulanır. Çekme, bir olasılıkla kas spazmını da çözerek, ağrıyı azaltır. Egzersiz sırt ve karın kaslarını güçlendirerek, bu kasların belkemiğine ve sırt eklemlerine binen yükün bir bölümünü almasını sağlar. Ancak, bu uygulamaların hiçbiri, iyileşme sürecini hızlandırmaz; yalnız hastayı rahatlatır.

Kimi ülkelerde de fizik tedavi uzmanları ve bazı doktorlar tarafından “manipülasyon” adı verilen bir tedavi yöntemi uygulanır. Amaç, fırlamış disk maddesini sinir köküne değdiği yerden uzaklaştırmak, siniri de bölgede oluşabilecek herhangi bir iltihaptan korumaktır. Fırlamış olan yumuşak disk maddesi sert dış tabaka içine geri sokulamaz Bu, tıpkı sıkılmış diş macununu tüpün içine yeniden sokmaya benzer. Ancak, sinir kökü üstündeki baskıyı azaltmak için bazı girişimlerde bulunulabilinir.

Bir başka yararlı uyulama da epidural enjeksiyonlardır. Omurilik kanalının hemen dışındaki boşluğa, steroit kortizonlu bir ilaca karıştırılmış bir miktar lokal anestezik verilir. İlaç, sinir köklerinin omurilik kordonundan ayrıldığı yere ulaşır. Ayrıca, siyatik sinirleri hareket ettirilir ve sinir kökleri çevresinde oluşabilecek küçük nedbe parçalarını gidermek için bacaklara manipülasyon yapılır. Bu tedavi, akut disk kaymasının öteki belirtileri giderilip siyatik sürüyorsa ve bu yolla hemen rahatlama oluyorsa uygulanır.

Bazı doktorlar, disk kaymasından sonraki iyileşme döneminde hastalarını sırt bükülmesinden korumak için sırt destekleri ve korseler de verirler. Ancak, uzun süreli korse kullanımı, sırt kaslarının zayıflamasına neden olabilir.

Disk kayması geçirenler ya da uğraşları dolayısıyla böyle bir tehlike altında olanlar, bellerine ve sırtlarına dikkat etmesini öğrenmelidirler. Yerden bir şey kaldırılacağı zaman bel yerine dizleri bükmek, ağır yük kaldırmaktan kaçınmak, belkemiğinin sağlığını korumada en önemli noktalardır. Öte yandan, şişmanlamamak da son derece önemlidir. Alınacak her fazla kilo, sırta daha fazla yük bindirir. Düzenli egzersiz, sırt kaslarının dayanıklılığını artırır. Yüzme yerçekiminin etkisini azalttığı ve diskleri aşırı yük altında kalmaktan kurtardığı için, özellikle yararlıdır. Sert bir yatak da sırtı eğilmekten korur.

Kimi insanlar, tedaviden sonra bile tam olarak iyileşememektedirler. Ağır uğraşları olanların daha hafif işlere geçmesi gerekli olmaktadır. Sırtı yormayacak biçimde yaşamalıdırlar. Akut disk kayması geçirenlerin büyük bir bölümü tümüyle iyileşmekte ve daha önceki çalışma düzenine dönebilmektedir. Gerçi iyileşme süreci birkaç ay almaktadır ama sabrın karşılığı iyi bir sonuç olmaktadır.
[ Devamı ... ]

Gut Nedir ?

Gut ya da damla hastalığı, genellikle aşırı beslenme ve içki sonucu ayak başparmağının iltihaplanması sanılır. Oysa nedenleri çok daha karmaşıktır ve tedavi edilmezse kemik ve böbreklerde ciddi bozukluklara yol açabilir… Gut damla hastalığı, dokulardaki sıvıda aşırı miktarda ürik asit birikmesi yüzünden oluşur. Bazı besinlerin bedende parçalanmasıyla ortaya çıkan ürik asit, aynı zamanda doku hücrelerinin doğal yıkım ürünü olduğundan, bedende her zaman vardır. Ama bağırsak ve böbrekler tarafından atıldığından düzeyi hep aynı kalır. Gut hastalarında ise ürik asidin ya oluşumu artmış ya da bedenden atılması azalmıştır.

Gut hastalığı erkeklerde ve yaşlılarda daha çok görülür. 15 – 44 yaşları arasındaki her 1000 kişiden 1.7 erkeğe karşılık ancak 0.1 kadında gut hastalığı görülür. 45 – 64 yaşları arasında ise 1000 kişide 11 erkeğe karşılık yalnız bir kadın hasta olur. Daha ileri yaşlarda ise aynı oran, 12 erkeğe karşılık üç kadındır. Bazen gençlerde de bazı bozukluklardan ötürü gut hastalığı görülebilir ama bu oldukça enderdir. Hastaların yaklaşık dörtte birinde hastalık başka aile üyelerinde de vardır ama gut hastalığı genel olarak varlıklı kişilere özgüdür. Tipik bir hasta 50 yaşını geçmiş varlıklı bir erkek olarak tanımlanabilir. Şişmanların gut hastalığına yakalanma olasılığı biraz daha yüksek olmakla birlikte, şişmanlık hastalık nedenleri arasında ancak son sıralarda yer alır. Gut hastalığı olanların verilen tedaviyi düzenli olarak uygulamaları, sağlık kontrollerini aksatmamaları, doktorların önerilerine sıkı sıkıya uymaları gerekir. Zaman zaman yapılacak kan tahlilleri ile kandaki ürik asit düzeyinin saptanması, tedavide izlenecek yolun belirlenmesi açısından önemlidir.

Nedenleri
Ürik asit yapımında artışa neden olan birçok etken vardır. Eskiden gut hastalığına aşırı beslenme ile alkol kullanma sonucu sindirim ürünlerinde ürik asidin artmasının yol açtığı düşünülürdü. Günümüzde ise beslenmenin rolünün pek önemli olmadığı ve başka nedenlerin çok daha önemli olduğu bilinmektedir. En sık görülen neden, böbreklerin ürik asidi süzmede yetersiz kalmasıdır. Bu durum kronik nefrit böbrek iltihabı gibi hastalıkların ya da idrar söktürücü türünden bazı ilaçların etkisiyle ortaya çıkabilir.

Aşırı oranda hücre yıkımına yol açan kan ve doku hastalıkları da gut hastalığına neden olabilir. Doğuştan görülen bazı hastalıklarda da beden normalden daha fazla ürik asit üretir. Ürik asit düzeyi yüksek olan herkes gut hastalığına yakalanmaz. Ancak, fazla asit genellikle eklem, deri ve böbreklerde birikerek akut gut krizine yol açabilmekte ya da hastalığın kronik biçimine dönüşebilmektedir.

Belirtiler
İlk gut krizi akut ve şiddetlidir; çoğunlukla da ayak başparmağında görülür. Hasta, gece uykusundan apansız başlayan şiddetli ağrıyla uyanır; başparmak yatak örtüsünün ağırlığına bile dayanamayacak ölçüde duyarlılık kazanmış olur. Parmağın dibi şiş, derisi kuru, kırmızı, sıcak v eparlaktır. Ayağın üstündeki damarlar kabarmış olabilir; bazen ateş de yükselir. Kronik gut hastalığında eklemlerde, deride ve böbreklerde ürik asit tuzları birikerek, kalıcı bozukluklar yapar.

Tuz kristalleri eklemlerde, kemik uçlarındaki kıkırdak tabakasında birikerek, bu tabakanın düzgün yüzeyini bozar, eklem iltihabında olduğu gibi güçleştirir. Bedenin çeşitlibölgelerinde, deri de şişlikler belirir. Bunlar kulaklarda daha çok küçük düğmecikler biçiminde olmalarına karşılık, ellerin sırtında ve dirseklerin arkasında büyük şişlikler halindedir. Genellikle zararsız olan bu şişlikler, bazen ameliyatla alınmalarını gerektirecek kadar büyük boyutlara ulaşır.

Tedavi
Akut gut krizi tedavi edilmezse, ağrılı belirtiler 3 – 10 gün sürer. Antienflamatuar ilaçlar da kısa sürede etkili olur. Ancak bazı hastaların sindirim sistemleri bu ilaçlara duyarlıdır; kusma ve ishal görüldüğünde ilaç fitil ya da iğne olarak verilebilir. Geciktikçe etkileri azaldığnıda, ilaçlar olabildiğince çabuk alınmalıdır. Böbreğin ürik asidi süzme yeteneğini azalttığından, aspirin almaktan kaçınılmalıdır. Ağrı geçtikten sonra hasta rahatsızlığının sona erdiğini düşünebilir. Ama hastalık gizli biçimde sürüp haftalar, hatta aylar sonra yeni bir kriz yapabilir. İkinci krizde başparmağın yanı sıra el parmakları ile bilekler de etkilenebilir. Yine de aynı anda birkaç eklemin ya da kalça ve omuz eklemi gibi büyük eklemlerin etkilendiği ender görülür.

Doktor, hastanın genel durumunu belirleyip hastalığın ilerlemesini engellemek için başka tedavi gerekip gerekmediğini saptamak için kan tahlilleri yaptırır. Ürik asit düzeyi hafifçe yükselmiş olanların ya da çok ender kriz geçiren hastaların tedavi edilmesi gerekmez. Gut hastalığı böbreklere iki açıdan zarar verir. Ya biriken ürik asit böbreklerdeki süzme sistemini zamanla çalışamaz hale getirir ya da derişik ürik asit kristalleşerek, böbrek taşlarını oluşturur. Tedavi edilmeyen gut hastalarının beşte birinde böbrek taşı oluşur. Sık sık akut krizler geçiren, eklemlerinde değişiklikler, derilerinde şişlikler beliren, böbreklerinden hasta ya da kanlarında ürik asit düzeyi hep yüksek olan hastalara, uzun vadeli tedavi uygulamak gerekir. Tedavide, böbreklerden ürik asit atılımını artıran ilaçlar kullanılır. Ne var ki, idrara bu kadar çok ürik asit geçmesi, asidin kristalleşerek böbrek taşı oluşturmasını kolaylaştırır. Hastanın çok su içip idrarı bazik hale getiren ilaçlar kullanarak, kristallerin daha kolay çözülmesini sağlaması gerekir. Ayrıca hastaya ürik asit oluşumunu engelleyen ilaçlar da verilebilir.

Uzun süreli tedavi uygulanan hastalar, genellikle bu tedaviyi yaşam boyunca sürdürürler. Zaman zaman yapılan kan tahlilleri ile durumları ve dozda yapılması gereken değişiklikler belirlenir. Tedaviye ara verilirse, ürik asit yeniden yükselerek kriz yaratabilir. Uzun süreli tedavinin etkisiyle kriz olasılığı azalır, ender olarak kriz görülse bile bunlar, tedaviden önceki kadar ciddi ve sık olmaz.
[ Devamı ... ]

Topuk Dikeni Nedir ?

Oluşma sebebi ayak tabanındaki aşırı zorlanmadır. Ayak tabanındaki tendon dokusunun topuşa yapışma yerinde gerilme, zorlanma nedeniyle zamanla minik yırtık ve zedelenmeler oluşur… Daha sonra oluşan doku iltihabı ve sertleşmesi, yerini kemikimsi bir yapıya bırakır. Bu da röntgen filminde topuğa batmış bir diken gibi görünür. Ağrının sebebi dokuda meydana gelen zedelenmedir. Oluşan kireçlenme vücudun zedelenmeye karşı verdiği reaksiyondur.

Şişmanlık,ayak taban bozuklukları, uzun süre ayakta kalma, yürüme ve bazı spor dallarındaki aktiviteler hazırlayıcı faktör oluştururlar. Hasta genellikle sabah kalkınca ilk adımda şiddetli topuk ağrısından yakınır. Daha sonra kısmen hafifleyen ağrı, uzun süre yürüme, ayakta kalma ile tekrar artabilir.

ESWT Topuk Dikeni hastalığında nasıl etkili olur ?

Topukta oluşan kireçlenmenin zaman içinde erimesini , hasar gören tendon ve dokuların rejenerasyonunu sağlayarak uygulama bölgesinde organ kanlanması artar.Angiogenez dokuların yenilenmesii sağlayan eNOS, VEGF, PCNA vb faktörler uygulama alanında artar. Neovaskülüzasyon yeni damar oluşumu görülür.

ESWT tedavisinin sonuçları uygulama sonrası ne zaman başlar?

Uygulama sonrası çoğu hastada ilk haftadan itibaren iyileşme başlar. Şok Tedavi uygulamasında amaç geçici olarak ağrının giderilmesi değil, hastanın kalıcı ve kesin tedavisinin yapılmasıdır.

TOPUK DİKENİ TEDAVİSİNDE DİĞER ÖNERİLERİLERİNİZ NELERDİR?
1. Ayakkabı içine yerleştirilen ağrılı bölgeye gelen kısmı delik olan topuk yastıkçığı/taban desteği
2. Spor ayakkabı ve ayakkabı seçerken dikkat edilecek konularda hastayı bilgilendirme.
3.Egzersiz uygulamaları
4. Fazla kiloları vermek.

ESWT TEDAVİSİ UYGULANAN BÖLGEDE NE GİBİ BİYOLOJİK DEĞİŞİMLER OLUR?

Şok dalga terapisi hastalıklı bölgelere ulaşarak vücudun doğal iyileştirme sürecini uyaran özel tip tedavidir.Sonuçta daha hızlı iyileşme, ağrıda, şişme ve enflamasyonda azalma sağlar.
Hücreler ESWT enerjisine maruz kaldıklarında bir dizi biyolojik reaksiyon meydana gelir.Bu reaksiyonlar sonucu bazı iyileştirici etkiler oluşur:
” Artmış hücre metabolizması
” Lokalize kan akımının iyileşmesi
” Kollagen kas dokusunun gelişimi
” Kireçlenmeyi parçalayıcı direkt etki
” Akut ve kronik ağrının iyileşmesi
” Neovaskülizasyon yeni damar oluşumu
” Angiogenetik faktörleri e NOS, VEGF, PCNA arttırır.
” Kemik ve tendon dokunun tamiri
” Lokalize enflamasyon ve ödemin azalması
” İmmün sistem stimülasyonu
” Sinir fonksiyonlarının stimülasyonu

Güvenilirliği ?

Amerikada 1997 yılından beri Topuk Dikeninde , 2000 yılından bu yanada Tenisci dirseğinde FDA Amerika için gerekli izin onayı alınmıştır. Böylece Şok Tedavi artık tüm Dünya
ın kabul ettiği bir tedavi olarak onaylanmış ve Nano teknoloji ürünü olarak kliniklerindeki yerini almıştır. Ülkemizde de kısa sürede yaygınlaşacaktır. ESWT tedavisinin Türkiyede öncülüğünü yapan kliniklerden bir olmaktan gurur duyuyoruz. Çok kısa sürede Türkiyede de yaygın kullanılmaya başlayacağına inandığımız ESWT tedavisinin ülkemizde öncülerinden olmakla gurur duyuyoruz.

Klinik başarılarımız..?

Çeşitli mesleklerde hastalarımız oldu. Ortapedi , pratisyen doktorlarda dahil.. EÜ Spor Hekimliği Branşında Türkiye şampiyonu olan omuzun kalsifiye tendiniti hastasını kliniğimize gönderdi; hastamız konvansiyonel tedavilerden sonuç alamamıştı kendisini iki seansta iyileştirdik.

Ahmet Marankinin Tedavi süresi

Topuk dikeni, çağımızda bir çok insanın ortak problemi olan ortopedik bir rahatsızlıktır. marankijpgTopuk dikeni kandaki ürük asit miktarının artışına bağlı olarak gelişir. Topuk dikenine yakalanmış hasta topuğunun üzerine basarken ayağında keskin bir acı hisseder. Topuk dikeninin kesin tedavisi ancak ameliyatla olur. Ancak Prof. Dr. Ahmet Maranki ameliyata gitmeden önce topuk dikeni için bitkisel bir formül önermektedir. Ahmet Maranki#8217; nin topuk dikeni için önerisini veriyorum:

Ahmet Maranki öncelikle öğlen ve akşam yemeklerinden önce, 5 er tane ardıç tohumu yiyerek topuk dikeninin dayanılmaz ağrılarının hafifleyeceğini belirtiyor. Bunun yanında Maranki:

* 1 kova sıcak suyun içine 1 çay bardağı kekik koyun. Bu suyun ılımasını bekleyin. Su ılıdıktan sonra topuk dikeni olan ayağınızı 35-40 dakika buyun içesinde bekletin.

* 4 tane elmanın kabuğu 1 litre suyun içerisine atılır. 10 dakika boyunca kaynatılır. yarım saat demlenip süzülür. Günde 2 kez yemek aralarında ve yatarken içilir.

Ahmet Maranki nin topuk dikeni için önerdiği bu formüllerin sağlığınıza herhangi bir zararı dokunmayacaktır.
[ Devamı ... ]

Parkinson Nedir ?

Parkinson hastalığı

İlk kez İngiliz doktor James Parkinson tarafından 1817 yılında titrek felç olarak tanımlanmıştır. Beynimizde hareketlerimizi kontrol eden ve bundan sorumlu olan hücreler bulunur. Bu hücrelerden kimyasal maddeler salgılanır. Bunlardan birisi de dopamindir. Dopamin beyine gelen bilgileri bir sinir hücresinden diğerine aktarır. Böylece vücut dengesi sağlanmış olur. Fakat bu hücrelerin bir kısmı hasar gördüğünde ya da azaldığında dopamin salgılanamaz. İşte azalmış dopamin sonucu vücutta titreme, yavaş hareket etme gibi vücudun dengesinin bozulmasıyla ortaya çıkan hastalığa parkinson hastalığı denilmektedir.

Parkinson, yavaş ve sinsi seyreden bir hastalıktır. Hastalık on yıl gibi bir süre boyunca sürekli ilerler. Ne ölümcül bir hastalıktır ne de felce neden olur. Başlangıcında tek taraflı belirtiler görülürken daha sonra bu bütün vücuda yayılır. Belirtilerin şiddeti her hastada farklıdır. Hastalık genelde 40 yaşından sonra görülür ve erkeklerde görülme sıklığı biraz daha fazladır.

parkinson kimlerde görülür
Parkinson hastalığının, beyinde dopamin salgılayan hücrelerin hasarı sonucu ortaya çıktığını söylemiştik. Fakat bu hasarın neden ortaya çıktığı henüz bilinmemektedir. Genetik yatkınlık ve çevresel faktörlerin birlikte bu hastalıkta rol oynadığı düşünülmektedir. Örneğin eroin kullanan bazı kişilerde parkinson belirtileri görülmeye başlanmış, bunun da eroinde bulunan bir maddenin beyindeki hücreleri öldürdüğü için oluştuğu açıklanmıştır. Fakat bu konuda çalışmalar hala sürmekte ve henüz kesin bir kanıt yoktur. Aileden gelen (kalıtsal) faktörlere bağlı parkinson hastalığı daha çok genç yaşlarda ortaya çıkmıştır. Fakat bu sadece yüzde 5′lik bir dilimdir. Ayrıca bulaşıcı bir hastalık da değildir.

parkinson belirtileri


Sinsi ve yavaş seyreden bir hastalık olduğu için uzun süre farkedilmeyebilir. Genelde ilk belirti elde veya bir vücut yarımında titremedir. Hastanın daha önceki yılları incelendiğinde öne eğik durma ya da yürürken kolunu sallamama görülebilir. Temel olarak hastada titreme görülür. Parkinson hastalarının çoğunda bu vardır. İstirahat halinde bile titreme devam eder. Tabiki her titreme parkinson belirtisi değildir. Günlük aktivite sırasında, heyecan, sinir gibi durumlarda titreme olur. Bu normaldir. Bir diğer belirti hareketlerde yavaşlama olmasıdır. Hasta günlük işlerini yaparken zorlanır. Yemek yerken, bir tarafa dönerken, yavaşlama söz konusudur ve bunlar güçlükle yapılır.

Hasta hekim tarafından muayene edildiğinde, hekim kas sertliği ile karşılaşır. Zaten hasta da bunun farkındadır. Normalde kişi gevşemiş haldeyken kasların da gevşemesi gerekir fakat parkinson hastalarında kas gergindir.
Diğer belirtiler ise şunlardır:

•kişinin yazdıklarının okunaksız olması, küçük yazmaya başlamak,
•yavaş yürümek, yürürken ayakları yere sürmek,
•vücudun öne doğru eğik bir şekilde durması,
•depresyon, sıkıntılı ruh hali,
•kas ağrıları,
•konuşma bozukluğu, kısık sesle ve donuk konuşmak,
•yürürken kolların sallanmaması,
•terleme, hipotansiyon (tansiyon düşüklüğü),
•yutma zorluğu.
Parkinson tanısı


Parkinson hastalığına tanı koymak için özel bir yöntem yoktur. Laboratuvar ya da röntgen tetkikleri sonucu da bunun anlaşılması mümkün değildir. Fakat uzman bir nörologun hastadan ve hastanın yakınlarından aldığı bilgiler, ayrıca yaptığı muayene sonucu tanı koyabilir.

Parkinson hastalığına çok benzeyen ve parkinsonizm altında toplanan rahatsızlıklarla çok benzer olduğu için tanı koyarken dikkat edilmelidir. Beyindeki bir tümör, kullanılan bazı ilaçlar, damar hastalıkları da benzer sorunlara yol açabilir. Bu diğer nedenlerin ayrımını yapmak gerekir.

Parkinson tedavisi


Parkinson hastalığının tedavisinin amacı hastayı aktif, bağımsız, kendi başına işini yapabilen hale gelmesinı sağlamaktır. Yapılan tedavi sonucu hastanın her şeyi düzelecek diye bir şey yoktur. Zaten parkinson hastalığında kullanılan sınırlı sayıda ilaç çeşidi vardır. Bu ilaçlar ya eksik dopamini sağlar, ya onun gibi etki yapar ya da dopaminin parçalanmasını engelleyerek kullanımını arttırır. Tedavi sırasında bu ilaçların oluşabilecek yan etkilerini belirleyip ortadan kaldırmak önemlidir. Fakat her ne olursa olsun ilacın yan etkisi görüldü diye ilacı bırakmak ya da doktor değiştirmek yanlıştır. İlacı bırakmak yanlıştır çünkü hastalık belirtileri tekrar ortaya çıkar. Doktor değiştirmek yanlıştır çünkü tedavisi uzun süren bir hastalık olduğu için doktorun tekrar hastalığın seyri ve gelişimi hakkkında bilgi sahibi olması zaman gerektirir. Bu da vakit kaybıdır. İlaç tedavisiyle kas sertliği, titreme, hareketlerdeki yavaşlığın düzelme ihtimali yüksektir. Tamamen düzelmese de azalmasını sağlayacaktır. Bunun yanında konuşma bozukluğu, donuk yüz ifadesi, yazma bozukluğu, terleme gibi sorunlar da düzelebilir.

Tedavi de bir diğer önemli nokta psikolojik olarak hastanın kaybettiklerini tekrar hastaya kazandırmaktır. Parkinson tedavisinde aile ve hekimin bir arada çaba göstermesi hastanın kendisini daha iyi hissetmesini sağlar ve hastanın yaşam standartını arttırır. Aileden gelen desteğin katkısı fazla olacaktır.

Diyetin parkinson hastalığını düzeltmesi söz konusu değildir. Ama dengeli beslenme sağlık açısından faydalıdır. Herhangi bir vitamin tedavisi de bu hastalığa çare değildir.

Cerrahi tedavi ilk tercih yolu değildir. Ama hastalık düzeltilemiyorsa, ilaç kullanımı işe yaramıyorsa uygulanabilir. İki tip tedavi söz konusudur. Hastaya önce anestezi yapılır. Sonra kafatasından bir delik açılır ve gereken bölgedeki hücrelerde hasar yapılır. İkincisinde gereken yere bir elektrod takılır fakat bu sefer hasar yapmadan gerçekleştirilir. Köprücük kemiğinin altına yerleştirilen uyarıcıyla bu elektrod kontrol edilir. Hasta bu aleti mıknatısla açıp kapatabilir. Açtığında hastalığın belirtileri görülmez, kapattığında ise tekrar oluşur.

Bu tedaviler uygulanırken bazı şeylere dikkat edilmelidir. Çünkü her hastaya aynı tedavi uygulanmaz. Hastanın yaşına, hastalığın hangi döneminde olduğuna, maddi gücün verdiği imkana, hastada görülen belirtiye göre farklı tedavi uygulanır. Uygulanacak ilaç dozu yaşa göre değişir.

Bu hastalıkla nasıl yaşayacağım diye düşünmeyin. Her hastalıkla yaşayabileceğiniz gibi buna da alışırsınız. Ancak kendi işinizi kendiniz yapmaya dikkat edin. Bu hastalığı atlatabileceğinizi düşünün. Kendinize olan güveninizin arttığını göreceksiniz.
[ Devamı ... ]

Kekemelik Nedir ?

ekemelik ya da konuşurken takılma, daha genel olarak tanımlarsak konuşmanın akıcılığını bozan duraklama ya da takılmalar çocuğun büyüme ve gelişmesiyle birlikte ortaya çıkar. 3-5 yaşlar arasında beyin gelişimi hızlanmakta ve çocuk daha hızlı düşünmektedir. İletişim sırasında düşüncelerin aktarılmasına yarayan konuşmanın oluşturulduğu dil ve dudak gibi aktarma organları ise henüz bu hıza yetişememektedir. Böylesi durumlarda konuşmanın başlangıcında bazı sözcükleri bulmada zorluk, takılma, gereksiz duraklama ve nefes düzenleme ile ilgili güçlükler ortaya çıkmaktadır. Eğer sesin oluşumu ile ilgili beyin işlevlerinde ya da aktarma organlarında belirgin bir sorun yoksa akıcı konuşma bozukluğu olarak ele almaktayız.

Belirtilen yaşlarda oldukça sık karşılaşılan bu durum zaman içinde, genellikle hiçbir yardım gerekmeden kendiliğinden düzelmektedir. Bu sorunun kalıcı olmasında çocuğun anne babasının ya da çevresindeki diğer kişilerin tutumları etkili olmaktadır. Çocuklarının konuşmasında bir bozulma ortaya çıkması anne babaları kaygılandırmakta, artık çocuğun çıkaracağı sözcüklere dikkat etmeye, hatta çocuğun bu sözcüklerini düzeltmeye başlamaktadırlar. Bu ise çocuğun konuşacaklarına dikkat etmesine ve takılmayacağı sözcükleri seçmesine neden olmakta, giderek daha az ve seçici konuşmasına yol açmaktadır. Özellikle heyecanlandığında, yabancılarla konuştuğunda ortaya çıkan bu takılmalar nedeniyle çocuk böylesi ortamlarda konuşmamayı tercih etmektedir.

Burada anne babanın konuşmadaki düzensizliğin gelişme ile ilgili olduğunu bilmesi ve zaman içinde geçeceğine inanması gerekmektedir. Böylece çocuğun takılmalarına dikkat etmeyecek, onun konuşmasını destekleyecek, böylece konuşma bozukluğunun yerleşmesini önleyeceklerdir.

Akıcı konuşma bozukluğu daha sonraki dönemlerde de sürüyorsa, çocuk için belirgin bir sıkıntıya neden oluyorsa uzman değerlendirme ve danışmanlığı yararlı olacaktır. Böyle bir değerlendirmede çocuğun konuşmasını bozan aşırı heyecanı ya da kaygısı varsa giderilmeye çalışılır. Konuşmanın akıcılığındaki bu bozukluğa karşın konuşması gerektiği belirtilerek, daha fazla konuşması ve kendini ifade etmesi desteklenir. Konuşmada ortaya çıkan bozukluğun değerlendirilmesi ve tedavisi için konuşma terapistleri ile birlikte çalışmakta ve oldukça iyi sonuçlar almaktayız
[ Devamı ... ]

Depresyon Nedir ?

1. Depresyon nedir?
Depresyon ruh halinizi, hislerinizi, davranışlarınızı, ve ruh sağlığınızı etkileyen bir hastalıktır. Depresyonun bir halsizlik kendi kendinize çözebileceğiniz bir sorun olmayıp, biyolojik temelli ve tıbbi olarak tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğunun bilinmesi gerekir… 2. Depresyon çökkünlük sanıldığı kadar sık mı?
Genel klinik tıpta, depresyon en yaygın ruhsal bozukluktur. Hastalığın ortaya çıkışına neden olan etkenlerin belirlenmesi çalışmalarında ve klinik araştırmalar ayaktan izlenen hastaların 12-36sı ile, yatarak tedavi gören hastaların 30-58inde depresif belirtilerin geliştiğini göstermektedir. Yatan hastaların 11-26sında ise klinik anlamda depresyon tablosu gelişmektedir. Bu hastaların 9ö 25inde depresyon fiziksel hastalık öncesinde ortaya çıkmakta iken, 75inde depresyon fiziksel hastalıktan sonra, hastalığa ve etkilerine tepki biçiminde gelişmektedir.

3. Depresif belirtiler ile depresyon farklı mıdır?
Depresif belirtiler, genellikle günlük yaşam olayları sonrası kişilerin olumsuz etkilenmeleri ve buna karşı oluşturdukları, kendilerinden ve çevrelerinden hoşnutsuzluk duygusunun yarattığı belirtilerdir. Genellikle bu belirtilere yol açan neden ortadan kalktığında ya da kişi duruma uyum sağladığında geçicidir. Depresyon ise kişinin yaşam kalitesini düşüren insan ilişkilerinde olumsuzluk, iş veriminde düşme vb, adeta yok olma biçiminde ortaya çıkan bir hastalıktır ve mutlaka tedavi gerekir.

4. Depresyonun ilk belirtileri nelerdir ?
Öncelikle kişinin kendine saygısının azalması, aşırı yorgunluk, kendini suçlayıcı biçimde eleştirme ve uyku bozuklukları aşırı uyuma, uykuya dalamama, uykuların bölünmesi gibi ilk belirtilerdendir. Daha sonraki aşamalarda kişi hiçbir işe yaramadığı, hatta yaşamaya değmeyeceği düşüncesi ile intihar edebilir.

5. Depresyon kronikleşir mi?
Depresyonun kronikleşme eğilimi saptanmıştır. Depresyon tanısı konduğunda, uygun olmayan tedavi depresyonun kronikleşme olasılığını arttırır. Özellikle kısa süreli 1 ay ya da daha az antidepresan tedavi sonrası hastalık belirtileri yatışsa bile, tedavinin sürdürülmesinde 6 ay yarar vardır ve kronikleşme olasılığı düşer.

6. Depresyon sıklığında cinsiyetin önemi var mıdır?
Depresyon, kadınlarda erkeklere göre daha sık görülür.

7. Antidepresanların depresyon dışında kullanımı gerekli midir?
Antidepresanların büyük bir kısmında anksiyolitik özellikler de bulunur. Ancak her durumda, örneğin yakının ölümü, onkolojik bir hastalık, hipertansiyon vb. kullanımı kişiye yarar yerine zarar getirebilir. Uygunsuz antidepresan kullanımı, yakınını kaybetmiş kişilerde uzamış yas sendromuna, onkolojik hastalıklarda fizyolojik ruhsal savunuların oluşmamasına ve hipertansiyonda aritmilere neden olabilir.

8. Depresyona yol açan etkenler nelerdir?
Son yıllardaki çalışmalar, depresyonun biyolojik kaynaklı bir rahatsızlık olduğuna işaret etmektedir. Özellikle majör depresyonda, genetik yatkınlık ve beynin biyolojik dengesindeki bozuklukların, ortaya çıkarıcı faktörler olduğu kanıtlamıştır. Ancak kişilerin yaşamı algılayış biçimleri ve kültürel etkenler de halen, en azından tetikleyici neden olarak önemini korumaktadır. Kısaca ruhsal hastalıkların hemen hepsinde olduğu qibi hastalığın ortaya çıkışına neden olan etkenlerde biyo-psikososyal etkenler önemlidir.

9. Depresyon ilaçlara bağlı ortaya çıkabilir mi ?
İlaçlara bağlı, özellikle antihipertansiflerin rezerpin, metildopa, propranolol, gustetidin, klonidin depresyona yol açabildiği saptanmıştır. Bunların yanı sıra östrojen, progesteron, kortizon preparatları ile vinkristin, vinblastin gibi anti tümör ilaçların da depresyona yol açtığı bilinmektedir. O nedenle bu ilaçlar uygulanırken, depresyon konusunda uyanık olunmalıdır.

10. Her antidepresan, her tip depresyonu tedavi eder mi?
Depresyon tedavisinde antidepresan seçimi önemlidir. Özellikle ayaktan izlenen olgularda, uygun antidepresan seçimi önemlidir. Çünkü uygunsuz ilaç, yan etkileri nedeniyle kişinin ilacı kullanmasını ve tedaviyi engeller
[ Devamı ... ]
 

©2010 Ne Nedir ? | by Siteler